Hrant Dink: “Neden Trabzon?” Sorusu

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sıcağı sıcağına yapmış olduğumuz yorumda cinayetin “derinlerden” değil de “bireysel” bir kalkışmadan kaynaklanması durumunda neler düşünmemiz gerektiğinin altını çizmeye çalışmıştık. Yazmaya devam ettiğimiz sırada henüz faili bilinmiyordu ve bu nedenle de başlığa bir “meçhul” ibaresi koyma ihtiyacı duymuştuk.

hrant dink trabzon faili meçhul

Cinayetin çözülmesi süreci o kadar hızlıydı ki, bütün aşamalar bizi bireyselliğe doğru götürüyordu. Yirmi dört saat içinde failin kimliği ortaya koyulmuş, fotoğrafları televizyonlara gönderilmişti. Fail de kendini ilk otobüse atıp, memleketine dönmeye çalışıyordu. Yani her şey örgütlü ve sistematik bir iş olamayacak kadar basitleşmişti.

Milenyum öncesinde gazete haberciliği daha ön plandaydı ve gelişmeler “günlük” takip edilirdi. Günümüzde televizyon haberciliği yükseldiğinden “zaman ölçüsü” saat ve dakikaya  inecek kadar hassaslaşmıştır. Bunun bir sonraki aşaması saniyedir.


Fail, bir meçhulden cism-i isme dönüşünce geri planında yatan gerçeklere daha fazla odaklanma ihtiyacı doğdu. Bu yazı da onun için…

Aylardır ülkemizin içinde bulunduğu süreçleri çeşitli vesilelerle değerlendiriyoruz. Bu çoğunlukla Avrupa Birliği kapsamında oluyor. Birliğe girip girmemek tercihten çok zorunluluğa, onun gerektirdiği şeyleri yapmak da dayatmaya; varoluşumuzun bütün nedenselliği sorgulanmaya dönüşünce, bunun bir beka sorunu olduğu şeklinde algı mekanizmalarının çalışması kaçınılmazdır.

Hızlı artan bir genç nüfusumuz var. Avrupa ile karşılaştırıldığında neredeyse ülkemiz olgunluğa erişememiş bir sosyal kimliğe bürünüyor. Ekonomimiz de eskiye oranla daha güçlü görünüyor ve büyüyor olsa da bunun piramitin aşağılarına doğru dağılımında hâlâ çok ciddi sıkıntılar nedeniyle işsizlik ve yarın kaygısı duyan, güvenlik sorunu yaşayan bir toplum haline “getirildiğimizi” söylememiz mümkündür.

Son yirmi yıldır Güneydoğumuzda yaşadığımız sıkıntıların temelinde, bölgenin feodal yapısının ve gelişmemişliğinin en büyük etken olduğu sürekli altı çizelen bir olguydu. Tablo öylesine keskin ve belirgin ifade ediliyordu ki, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yoksulluk olmadığı, sorun yaşanmadığı gibi sonuç ortaya çıkıyordu.

Oysa, örneğin İç Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan insanlarımızın ya da şehirlerimizin çok ciddi bir gelişme sorunu yaşadığı gerçeği vardı; görülemiyordu. Bugün “Neden Trabzon?” sorusunu soranlar için Türkiye üzerine hiç bilgi sahibi olmadıkları, düşünmedikleri kanaatine varabilir ve en kısa yoldan “ayıplayabiliriz.”

Bunun peşi sıra Türkiye’de yükselen milliyetçiliğe karşı bu kadar bihaber olmak bir yana bundan korkmak ya da tiksinti duymak da başka bir olgudur. Bu olgudan hareket ediyor olmak da temel bir yanlıştır.

Hayata atılmaya hazırlanan bu ülkenin gençlerini bu kadar çaresiz, alternatifsiz bıraktıktan sonra, “Avrupa Birliği’ne girmezsek sonumuz olur,” determinizminin içinde, ‘Birliğin’ önümüze koyduğu dayatmaların bir çeşit “sonumuzu getiriyorlar” psikolojisi ve hatta paranoyası çoğunluk için “nereye gidiyoruz” sorusunun sorulmasına vardırmış, karşı duruş refleksi geliştirmiştir. Bu diyalektiğin karşıtların birliği şeklinde formüle ettiği şeyden farklı değildir.

Üniversitelerde akademik ünvanlar almış çeşitli yazarların;

“Kapılar kapansın…

Biz bize kalalım…

Yalnızlaşalım…

Issızlaşalım…

Mezralaşalım…


Ve içerde en güçlü olanın düdüğü eskisi gibi ötmeye devam etsin.”

Şeklinde formüle etmelerinin arkasında yatan “biz tek başımıza bir şey beceremeyiz, başka alternatifimiz yoktur” cümlesinin de bir başka paranoyaklık ve inançsızlık olduğunu da görmemiz gerekir.

1999 sonbaharında Helsinki’de başlayan, 12 Aralık 2004 tarihinde adaylık statüsüne kavuşan ve 3 Ekim’den beri de müzakarelerle devam eden Avrupa Birliği yolculuğumuzun kızıştığı günlerde Türkiye’nin kapıda bekletilen ve sürekli oyalanan, yalan söylenen, ilgili ilgisiz geçmişten kalan bütün hesapların sorulduğu, ödetilmeye çalışıldığı, Avrupa’daki üye devletlerin kendi iç politika malzemesi haline dönüştürüldüğü, “şunu yapmazsan Avrupa Birliği’ne giremezsiniz” tarzındaki “efendi söyleminin küstahlığının” gölgesinde kalan, Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletlerin çözümüne “evet” oyu –ki bu belli anlamlarda bir taviz olarak algılanmıştır- vermesine rağmen, çözümsüzlüğü savunan tarafın Birliğe kabul edilip, daha sonra bu taraftan kaynaklanan sebeplerin tekrardan Türkiye’yle görüşmeleri devam ettirip ettirmemesi ikilemine getirildiği ve defalarca dışlama ve aşağılamalar arasındaki “üyelik süreci” tam bir gerilime dönüşmüştür.

Hrant Dink katledildi mi?

Zaten on yıllardır devam eden ve Hrant Dink’in katledilmesine kadar uzanan “Ermeni Sorununa” yine başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere dünyadan gelen baskılara, ülke içinden gelen farklı, aykırı sesler; ve resmi söylemin derdini bir türlü tam olarak anlatmayı becerememesinin eklenmesi, zaten güvenlik sorunu yaşayan ve kurtarılması gereken bir ülke var fikrinin yerleşiyor oluşunun önüne geçecek hiçbir resmi ya da entellektüel düzeyde tutarlı ve sağlam bir cevap, karşılık ya da argüman üretilememesi; aksine bundan doğal olarak sorumlu insanların karşı tezi savunmaları yine Türkiye’de kaçınılmaz bir milliyetçi tutumu geliştirmiştir.

Yine bu süreç içinde deyinmemiz gereken önemli iki olaydan söz etmemiz gerekir.

Birincisi; güneydoğumuzdaki sınır komşumuz Irak’ın kaos ortamı içinde yaşanan ve askerimizin başına geçirilen çuval, ikincisi yakın zaman önce yine aynı ülkeye çalışmak üzere işçi götüren uçağın, yine orayı işgal etmiş ve müttefikimiz olduğunu bildiğimiz ülkenin füzeleri ile düşürülmüş olduğu şeklindeki iddiaların karşısında yaşanan suskunluklar…

Global ölçekte daha fazla örnek verebiliriz; ama ne demek ve nereye varmak istediğimizin anlaşıldığını umuyorum.

Şimdi… Trabzon’da ya da Erzurum’da veya Nevşehir’de yaşayan vatandaş ister istemez soruyor; “Avrupa Birliği’ne girdiğimde hayatımda ne değişecek?

Avrupa Birliği: Tercihimiz Ne Kadar Ahlaki? isimli yazımızda Birliğin ne olduğunu ve ne anlama geldiğini tartışmaya çalışmıştık. Bu oluşum, Trabzon’daki insandan çok, kapitalizmin asli unsurlarının talebi ve ihtiyacıdır. Bir anlamda sermayenin küreselleşmesi ve serbest hareketi; oluşan değerin paylaşımı içinde bulunmaktır. Kuşkusuz bu bir süre “birileri” izin verirse sonra Trabzon’a ya da Erzurum’a da dönecektir? Ama ne zaman?

Avrupa’dan gelen çeşitli heyetlerin Anadolu coğrafyasında karşılaştıkları yoksulluk ve kırsal görüntü sonrasında, “Türkiye’nin sadece bir bölümünün Birliğe katılabilecek derecede gelişmiş” olduğunu itiraf etmelerinin yine sözünü ettiğimiz yerlerde milliyetçi öfkeye dönüşmesi, ama yüzleri esas kızarması gerekenlerin bunu duymazdan ve görmezden gelmelerinin karşılığında bugün “Neden Trabzon?” sorusunu sormak bir kere daha anlamsızlaşıp, snopluğa dönüşüyor.

Hrant Dink’i katleden failin bunu yapmaktan pişmanlık duymamasının hatta kendini haklı görmesinin, yukarıda vermeye çalıştığımız nedenlerden ötürü farklı bir gelişim çizgisiyle büyüyen milletçi tepkinin ülke genelinde giderek güçlenmesinin karşısında, geleneksel olarak “milliyetçi söylemden” ürken, ondan tarihsel olarak düşmanı olarak söz eden ve tekrar ediyoruz tiksinenaydınımız, bu noktada bir kere daha sorumluluğundan kaçarak, anlamakyerine reddetme, dışlama ve suçlama söylemine devam edip, “onları” işsiz, okumamış, cahil, ailevi sorunları olan, içine kapalı, psikopat ve sabıkalı şeklinde görmeyi sürdürürse, “onlar” için “diğerleri” hep olacaktır.

Bugün Türkiye için Avrupa Birliği macerası bitme noktasına gelmiştir. Hatta Hrant Dink’in öldürülüşü ile sonlanmıştır yorumları vardır. İşte tam da bu noktada bence samimi ve dürüst olmayan kaypak batılı tavrının Türkiye’ye karşı yumuşayacağı ve güzel görünmeye çalışacağını beklememiz mümkündür. Kapattıkları bir takım müzakere başlıkları için “gelin görüşelim” tarzından davetler almak mümkündür.

Türkiye’nin tam da bu noktada resmi söylemi ile, asli kapitalist unsurları ve aydınlarıyla tutarlı, birbiriyle çelişmeyen ve insanların gururunu zedelemeyecek politikalara sahip olması ve onları sürdürmesi şarttır.

Bugün Trabzon’da cisim bulan bu bireysel tepkilerin bir rastlantıymış şeklinde kalması “kişiselleşmiş” olması temennimizdir.


Bu coğrafya insanının bir arada yaşama kültürü en az bin yıllıktır; bu kültürü ve anlayışı bozan davranış şekli de her zaman dışarıdan gelmiştir; ve onun doğasına yabancıdır. Hrant Dink öyle ya da böyle bu kültürü arıyor ya da sağlayamaya çalışıyordu. Çünkü o da bir arada yaşama kültürünün bir parçasıydı; asli ögesiydi. Bugün Türk için olsun, Ermeni için olsun ya da Kürt için olsun veya başkaları için olsun, tutunacak tek dayanak bu kültürdür. Bu kültürün dışında aranacak tüm yollar sorunlu olacaktır.