Suç ve Ceza

“Bu bir kanundur… Akılca, ruhça, daha güçlü daha sağlam olan herkes başkalarına buyurur! Daha yürekli, daha atak olan haklı çıkar… Umursamamakta en ileri gidenler kanun yapıcı olurlar. Herkesten daha atak olan ise herkesten daha haklıdır!” der Raskolnikov, Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’da.

suç

Böylelikle, suç nedir, ceza nedir? Bir insanın işlediği suçun kendince haklı sebeplerini, sonrasında duyduğu acıyı ve tarifsiz ruh halini sorgulatır okuyucuya. Peki, gerçekten suç nedir? Bir vicdan muhasebesinin sonucu olmaktan öteye geçmez mi? Ya da haklılığı ne kadar desteklendiği ile mi ilgilidir? Toplumun suça bakışı, cezayı değerlendirişi nedir? Kanunlar ile toplumun suçluya uygun gördüğü cezalar arasında ne gibi farklılıklar vardır?

İnsanoğlu medeniyeti inşa ederken, toplum hayatını düzenleyen kuralları da kendince kanunlaştırmayı ihmal etmemiştir. Mahkemeler kurmuş, her cezayı madde madde değerlendirmiş, hafifletici ve ağırlaştırıcı sebepleri detaylı şekilde açıklamıştır. Bu cezalar dizisi bir gecede yazılmış basit kurallar olmaktan öte, çağların deneyimi ve tecrübe edilen olayların kendi içinde özel değerlendirilmesi ile oluşturulmuştur. Yine de pek çok suç, genellenmesi pek mümkün olmayan ve kendi içinde değerlendirilmesi gereken pek çok detayı içermektedir. Bu kendi içinde özelleşmiş durum ve suç kavramının ucu açıklığı, hafifletici veya ağırlaştırıcı sebeplerin kendi içinde yetersizliği ve en önemlisi suç işleyen insan psikolojisinin tam anlamıyla açıklanamaz oluşu, tamamen insan ürünü olan bu sistemin doğruluğunu tartışılır hale getiriyor.


Bunun yanında “adalet” dediğimiz kavramın gerektirdiği cezaların yetersizliği veya acımasızlığı da suç ve ceza kavramları üzerinde düşünmemize neden oluyor. Çünkü eğer adalet terazinin kefelerini dengede tutmaksa, masum bir çocuğa karşı işlenen kirli suçların cezasının, belli hafifletici sebepler öne sürülerek azaltılması, ancak yine de ortada bir suç kavramının olması nedeniyle ceza verilmesi pek de yeterli görünmüyor. Yeterli görünmüyor çünkü işlenen suç, suça maruz kalan kimsenin masumiyeti ve o suçu hak edip etmediği ile ilişkilendiriliyor. Suç dediğimiz kavrama şöyle bir dönüp baktığımızda, çoğumuzun objektif bir değerlendirme yapamadığını görüyoruz. Genellikle duyguları ile hareket eden toplum, ortada canına kastedilmiş bir “insan” dahi olsa, kişinin bu durumu hak edecek belli davranışları olduğunu iddia edebilecektir. Yani toplumun verdiği, daha doğrusu uygun gördüğü ceza ile adaletin uygun gördüğü belli noktalarda karşı karşıya gelecektir. Olaya bu şekilde baktığımızda, yasaları oluşturanlar da insanlarsa, toplumun yargı kavramı ile nasıl oluyor da çelişiyoruz? Adaleti sağlamanın tanımı nasıl bu kadar değişebiliyor? Ömür boyu hapis cezasına mahkûm etmekle, suçu nedeniyle birini ölüm cezasına çarptırmak arasındaki fark nereden ileri geliyor?

Dostoyevski ünlü eseri Suç ve Ceza’da bu kavramlar üzerinde durmuş, insan psikolojisini de bu anlamda detaylarıyla incelemiştir. O aslında, suç işlemenin ahlakını ve sebeplerini değerlendirmiştir. Suç dediğimiz kavram, birine zarar vermek, canına veya malına kastetmekse, adalet ve kanunlar açısından baktığımızda, toplumda her birey sırf “insan” olduğu için bile hakları savunulmak ve korunmak durumundadır. Çünkü yasalar bunu gerektirir. Diğer taraftan korunan kişinin toplumdaki rolü, kişilik olarak nasıl bir insan olduğu ise pek de önemli değildir. Bir zorba ile sıradan vatandaşı da suç kavramı söz konusu olduğunda eşit kefelerde yargılamak gerekir. İşte Dostoyevski, Raskolnikov isimli başkahramanı ile dile getirdiği düşüncelerinde, bu çelişkili durumu vurguluyor ve “ölüm” ün sadece destansı bir zaferle meşrulaştırıldığını Napolyon üzerinden örneklerle açıklıyor. Büyük liderlerin eseri savaş hikâyeleri, destansı bir anlatımla dillerde dolaşıyor, üzerine sayısız kitaplar yazılıyor ve hatta daha da ileri gidilip duygusal dalgalanmalar sonucu ortaya çıkan fanatikleri doğuruyor. Bu duruma tarih yazmak deniliyor ve yeni bir çağın başlangıcı sayılabilecek kadar da ileri gidiliyor. Ancak savaş denilen olgunun başlı başına bir kıyım olduğu ve kitleleri ölüme sürüklediği ortada olmasına rağmen, zafer adı altında yapılan tüm bu eylemlerin suç ve ceza ile pek de ilişkisi olmuyor. Bunun yanında, topluma zararlı bir kimsenin ölümünün yararlılığı veya her ne olursa olsun, zararlı dahi olsa bir insanı öldürmenin yanlış olduğu düşünceleri roman kahramanları üzerinden objektif bir gözle bizlere anlatıyor.

İşin özüne baktığımızda, suç kavramı sadece kişinin kendi ahlakı ve hayat anlayışı ile ilişkilendirilebilecek bir durumdur. Toplum düzenini sağlamak adına uygulanan yaptırımların, diğer bireylere ibret olması açısından gerekli olduğu düşünülebilir. Bu yaptırımlar bir noktada toplumun diğer bireylerini korkutur, baskı altına alır ve suç işlemek konusunda tereddüt yaratabilir. Ancak yine de suç işlemeyi göze almış bir birey, bu işin doğruluğu veya yanlışlığı üzerine kararını vermiş demektir. Suç işleyen bireye gerekirse en ağır cezalar verilsin, kişi kendi ahlak kavramı ile durumu değerlendirdiğinde, haklılığından emin olduğunu hissediyorsa ve vicdanı ile hesaplaştığı noktada kendini aklıyorsa, toplum önünde verilen cezalar diğer bireyler için örnek teşkil etmekten öteye geçemez. Çünkü insan denilen duyguları ve güdüleri ile yaşayan canlı, doğduğu ilk günden beri “vicdan” denilen olgu üzerinden “merhamet” duygusunu yaratmış ve sağduyu böyle ayakta kalmıştır. Birinin ölümünün kendi elinden olmasına karar veren bireyin, sağduyusunu kaybettiği, merhameti bir kenara attığı ve vicdanı ile çoktan hesaplaştığı da söylenebilir.


Dostoyevski, ünlü eserinde başkahramanı Raskolnikov üzerinden de farklı bir görüşü bizlere aktarıyor. Dünyada iki tip insanın olduğunu ve bu iki tip insanın toplum için gerekli olduğunu ancak hizmet ettikleri amacın da birbirlerinden çok farklı olduğunu anlatıyor. Bu iki tip insandan birincisi, sıradan vatandaş diye nitelendirdiğimiz, kurallara uyan, toplumla iletişimi kuvvetli ve uyumlu bir hayat sürdüren, alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı olan kesimdir. İkinci tip insan ise, yeni bir fikri ve yeni bir sözü olan, eski alışkanlıkları ve eski tip sistemi yeni bir açılım ile yıkmak isteyen, çoğunlukla çevresi ile uyumsuz ve bu yenilik uğruna belli başlı suçları işleme hakkına doğuştan sahip olan insanlardır. Bu tip insanlar oldukça seyrek görülmekle birlikte, çoğunlukla adından söz ettiren ve yaptığı işlerle asırlar boyu unutulmayan, liderlik vasıfları güçlü kimselerdir. Birinci tip insanlar, bu kişilerin getirdiği yeniliklere ve toplum düzenine alıştıktan sonra onu korumakla yükümlüdür, ta ki yeni bir kişi, yeni bir fikirle gelene kadar. İşte olayı bu şekilde değerlendirdiğimizde, eğer toplum düzeni ve içinde bulunduğumuz medeniyet gelişmek, dönüşmek ve değişmek zorundaysa, kuralları yıkan ve yenilik getirmeye çalışan insanlar da bizler için gereklidir. Peki, eğer bu gereklilik kesinse, eskiyi yok etmek yeni bir suçu doğurmaz mı? Bir örnek vermek gerekirse, Fransız İhtilaline şöyle bir dönüp baktığımızda, eskiye baş kaldırmak, eski yasalar önünde büyük bir suç sayılıyorsa, ancak hizmet edilen amacın haklılığına kişi inanıyorsa suç ve ceza kavramlarından bahsetmek ne kadar gereklidir?

Kısaca yasalar, toplum düzenini sağlayan ve bazı noktalarda adi suçlara set çeken gerekliliği bir yerde önemli olan zorunluluklardır. Ancak Dostoyevski’nin işaret ettiği yerden baktığımızda, suç ancak kişi bunun yanlış olduğuna inandığında ve vicdanı ile hesaplaştığında, yani kendini aklayamadığı noktada suç oluyor. Bunun sonucunda da cezanın en büyüğünü kişi, kendisine acı çektirip, sonsuz pişmanlık duyarak veriyor. Ayrıca, kitlelerin destek verdiği bir ayaklanmanın veya savaşın suç olmaktan öte bir destan olduğu da açıkça görülüyor. Yani suçun, suç diye anılabilmesi, bunun ne kadar çok insan tarafından desteklendiği ve sonucun başarılı olup, olmadığı ile de ilgilidir. Bu durumda mahkemeler, cezalar, yasalar, bunların hiçbiri suç basit bir adi suç olmadıktan sonra bir önem arz etmiyor. Olaya daha dikkatli baktığımızda, suçun kişinin insan sevgisine ve insana bakış açısı ile de ilgili olduğu görülüyor.

Toplumun suçu ve suçluyu değerlendirme anlayışı ise kanunlardan çok daha farklı oluyor. Toplum suçu ve suçluyu kendi içinde, kendi durumuna göre özel olarak değerlendirir. Objektif bir gözle bakmaktan öte, duygularıyla ve birbirini galeyana getiren insanların yarattığı bir psikoloji ile suç değerlendirilir. Böylelikle, kanunların verdiği ceza kimi zaman yetersiz kalırken, kimi zaman da ağır gelebilmektedir.

Son olarak şunu söylemek gerekirse, suç kavramı,  her ne kadar kahramanca bir işe hizmet edildiğinde bile dile getirilse de ucu açık bir konudur. Bir örnek vermek gerekirse Robin Hood gibi zenginden alıp, fakire vermek gibi yüce bir duyguya hizmet etse de, hayatın tüm gerçeklerinden ve kişilerin tüm acımasızlığından bağımsız değerlendirildiğinde birinin malına ve canına ortada belli bir sebep yokken kastetmektir. Bu nedenle kanunlar önünde bunu yapan kişi suçlu bulunur. Diğer taraftan insandan bağımsız olarak bakıldığında, doğanın kendi sağladığı adalet anlayışının da kimi zaman kanunlardan farklı işlediğini söylemek de mümkündür. Öyleyse suç nedir, ceza nedir? demek, çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek gibidir ve sonuç hiçbir zaman sayısal veriler kadar keskin ve kesin değildir.


Yazar: Ezgi Ergin | Sayı: 80 | 10 Mayıs 2012


Ezgi Ergin
Ezgi Ergin, 1990, Ankara doğumlu. Ege Üniversitesi Kimya Mühendisliği son sınıf öğrencisi. Tenis oynamayı, kitap okumayı, film izlemeyi ve yeni yerler keşfetmeyi seviyor. İngilizce ve Almanca biliyor. Korku-gerilim romanı yazıyor. Üç farklı blogda çeşitli temalarda kısa hikâye, deneme ve film eleştirisi üzerine yazılarını yayınlıyor.