Hayat Yolculuğunda Metamorfoz Tanımlar

Dışarıda olan içeride olan ile aynı değildi çünkü içeride olan sadece ona ait olandı ve el değmemiş, düşünce işlememiş, fikir işgal etmemiş, kendisine bir kimlik edinmemişti. Öylece saf bir halde o olarak içinde duruyordu. Bir dünyayı içinde besliyor ve o dünyanın kendisi oluyordu…

damla ve okyanus

Bir zamanlar yapraklardan süzülerek bir nehre düşen, yolculuğunun sonunda göle ulaşan bir damlanın hikayesi anlatılırdı. O damla bir gün damlalıktan feragat edip yeni bir başlangıç için yukarı çıktığında bir sonraki durağının okyanus olmasını istemişti. Gölün dinginliğinden sonra okyanusun nasıl bir yer olduğunu gerçekten merak ediyordu.


Yolculuk gölden göğe olduğunda gidişini izliyordu, yükselişini, aşağıda bıraktığı dünyaya bakıyordu. İlk gölü gördü yukarıdan, sonra ağaçları, dağları ve bir anda bulutlara yetişti. Toplanıp gökyüzünde akmaya başladılar kuzeyden güneye esiyordu rüzgar ve o büyük şehirlerin üzerinden geçiyordu. Arkadaşlarının bazıları dökülüyordu bu şehirlere, sonra ülkelere ve dağlara ve kayıp coğrafyalara. Yolculuk devam ederken damla damlalığını unutmuş bir bulut halinde kocaman ülkelerin üzerinden geçip bereket dağıtmaya devam ederek ilerliyordu.

Büyümek gerekti büyümek ve bütünleşmek kendinde var olan her bir parça ile. Kocaman bir yağmur bulutu olmuştu şimdi, gittikçe gök gürültüleri patlıyor ve şimşekler çakıyordu içinde. Bir yandan çocuklar korkuyor mudur? Bu sesleri çıkartırken diye düşündü diğer yandan sadece bulut olmanın güzelliğini yaşatıyordu kendine. Bir yanı masmavi gökyüzü iken bir yanı da grimsi bir görüntü içinde idi. Yolculuk rüzgara eşlik ediyordu. Belki de yolculuğu yapan rüzgarın kendisi idi. Yoksa rüzgarda mı damla idi? Bu sefer kendi kararı ile gidecekti ya okyanusa, araç kullanması gerekiyor muydu? Bilemedi bir anda! Ya da hayat ona bir ödül veriyordu gidişi kolay olsun diye rüzgarı katmıştı yanına. Niyeti özgürleşmek ve kendisine dokunmaksa bundan ala bir yolculuk mu olurdu? Gökyüzünde dolaşan su damlası yani yere henüz düşmemiş olan damla sibel demekmiş bunu duydu bir anda oradan geçen bir başka buluttan. Sibel olmak, bulutlar ardında ve okyanusa dönmek biçare kapılmalardan özgürleşerek…

Gün geldi, uçsuz bucaksız bir griliğin içinden dökülmeye başladı damla gidenler oydu, dökülenler de. Kükreyen, ışık saçan, bağıran, çağıran, mutlu olan oydu. Kendisini böylesi özgür bir uçuşta görmek muhteşem bir duygu idi… Nasıl ve nereye gittiğini görerek iniyordu aşağıya. Okyanusa dokunmaya koşuyordu. Okyanus o geliyor diye mi deli deli coşmuştu diye düşündü. Yüksekliği on metrelere varan bir dalga ile karşılamaya çıkmıştı çünkü kendisini. Her bir dalganın içinde köpükler çığlık çığlığa bir daha bir daha diye bağırıyordu. Hoş geldin partisi muhteşem görünüyordu. Bir su damlası üşüyebilir miydi? Üşüyordu bu varışa ve manzaraya karşı işte…

Okyanus

Ve ilk temas gerçekleşti, aklını düşünceler sarmaladı bir anda; gelen mi bendim, dokunduğu mu bendim bilemedim? ‘Karıştığım bedenimin bir parçası ise bu yabancılık neyin nesi idi?’ diye düşündü damla. Bir anda acımsıtrak bir tada dönüştü dili damağı, okyanusları mavi bilirdi oysa bu okyanus onun geldiği bulut renginde idi. O an anladı; okyanuslar ve denizler gökyüzünün rengini alıyor. Gökyüzü hangi renkse o renge bürünüyordu her şey… Tıpkı ruhunda ne hissediyor ve hangi kaba doluyorsa o kabın rengine bürünmesi gibiydi tüm dualite. Kocaman okyanus bir tasın içinde ve gökyüzünün rengine bürünmüştü o anda…

Bir okyanus oluvermişti bir anda, bulutların gidişini izlemekle birlikte dalgaların seyriyle uçsuz bucaksız maviliklere kulaç atmaya başlamıştı. İlerisini görebiliyordu, hissedebiliyordu, hangi renkte ve kapta olduğundan bağımsız idi. Bazen de renkler ve mavi, türkuaz bir varışın tam ortasında olan diğer yarıma varmak üzereydi. Tıpkı ayın iki yüzü gibi, dünyanın gece ve gündüzü gibi, ekvadorların sıcağı ve soğuğu gibi, yaz ve kış gibi bir döngünün içinde yol alıyordu…

Gidişlerim belirsizdir benim, varışlarım renkli olur her zaman diye düşündü damla. Çünkü, AN’da olduğu için hangi kaba dolacağımı bilemez ve rengi yoktur. Bu yüzden adı bir su damlasıydı onun… Göl, yağmur, nehir, dere, su birikintisi, çamur, ahmak ıslatan, camdaki su tanesi, toprağım bereketi, şemsiyeden süzülen yağmur tanesi, asfaltta akan su kütlesi yani her an her yerde her şey olabiliyordu.

O bir su damlasıydı ya en çokta gözyaşı olmayı seviyordu. Tüm yüreklerden akmak, okyanusta coşmak gibi gelirdi ona… Kapsız, yurtsuz ve mekansız olduğunu düşünürdü bu yüzden. Her can; canı, her mekan; mekanı ve her deniz; vatanı olurdu onun. Kaç yürekten akıp geçtiğini, kaç yangını söndürdüğünü, kaç yürekte yangın olduğunu düşündü bulamadı. İlk damla olarak yaratılıp dolduğundan beri insan tenine bir onda, bir toprakta, bir de gökyüzünde oldu durdu.

Yaratılış hikayesinde Adem’in mayası oldu. Tanrının eli değdiğinde tenine, onun eli ve avucu oldu. Sırra kadem basan ölümlerin üzerine dökülüp arındıran su tanecikleri oldu. Varlığını cennete yakıştıranların ettikleri dualarda mest oldu. Çok şey oldu, çok şey yaşadı ve çok şey bildi ama en çokta her nerede olursa olsun damla olmayı sevdiğini hatırladı… Damla iken tanrı oldu, damla iken ellerin gökyüzüne açılıp yağmur duası edilerek beklenen çocuğu oldu. Damla olmak güzel şeydi okyanus olmayı bildikten sonra dedi ve gülümsedi güneşin sıcaklığına…

Okyanusa düştüğünden beri tüm yaşanmışlıkları geçti gözlerinin önünden. Büyüklük müydü düş gördüren, düşler miydi büyüklüğü görünce gözünün önüne gelen bilemedi? En son bir yağmur damlası idi bu büyük okyanusa karışan ve okyanus olan. Az önce tatlı bir damla idi şimdi tuzlu ve iyot tadında bir okyanus… Az önce etrafını kocaman bir evren sarardı şimdi o kocaman bir evren olup içimdekileri sardı. Bu bir su damlasının hikayesi ve yaşadıkça gördü ki okyanus dediği şeyde damlanın bir parçası idi aslında… Ve tanrı da damlada idi ve damla da tanrıdan idi fark sadece ait olduğu kabın renginde, büyüklüğünde, derinliğinde idi…

okyanus derinliği

Bir okyanus olmakla başlamıştı her şey tüm hikaye de okyanus olmak üzerineydi zaten. Şimdi okyanusun içinde ve okyanusun kendisi. Binlerce ada, ülkeler, milyonlarca canlıyı içinde barındırıyor, üzerinde gemiler yüzdürüyor, teknelerde balıkçıları besliyor, sahil kasabalarına uzaktan uzaktan dingin bir şekilde yaklaşıyordu. Bazende devasa dalgalar oluyor güneşe uzanmaya çalışıyor, en çokta dik uçurumlara coşkuyla sarılmak ve onların üzerinden yavaş yavaş kendine karışarak bütünleşmeyi seviyordu.

Su damlası okyanus, okyanus ise su damlasında yitip gidiyordu. Hepsinin bildiği bir şey vardı o da her ne olursa olsun dönüşeceği şey sadece kendisi oluyordu…

Bir gün onlarca yelkenli üzerimde yarışıyordu. Dalga dalga yüksel, es rüzgar ver kanatlarını bize diyen onlarca insan vardı içlerinde. .. İskele kontra, tramola, kavanca, rüzgaraltı sesleri yükseldikçe yelkenliler yön değiştiriyor, direkleri eğiliyor, içlerine sular doluyor ve üzerlerindeki herkes sırılsıklam oluyordu. Üşütmeyen bir havada bu kadar dalganın içinde ne işleri vardı bu insanların hallerine bakıp gülümsedi. Fark etti ki o coştukça onlarda coştular ve kendisine eşlik ettiler. Nasıl ki o hangi kaba giriyor ve o oluyorsa bu insanlarda onun her haline uyum sağlayıp bir anda ona eşlik ediyorlardı. Hayattaki mücadelelerde böyle değil miydi? İçine düştüğünüz şeyin kendisi olur ve onunla birlikte hareket ederseniz onun içinden çıkabilir ve başarılır olursunuz. Onunla mücadele etmeyi ona karşı savaşmak olarak alırsanız ağır yenilgiler alarak teslim olur ve kaybedersiniz.


Tüm yaşanmışlıkları böyledir insanın, kaybettiğini düşünür ve o kaybettiği şeyi kazanmak için mücadele eder, yama yapmaya çalışır, başka parçalar bulur ekler ve o hali düzeltmeye çalışır. Yenilgiyi kabul etmez, kaybetmeyi kabul etmez, yokluğu kabul etmez oysa bir gerçek vardır ve o gerçek o an kaybedilmişlikten başka bir şey değildir. Bu yolculukta kaybedilen şeylerin yerine konulacak her parça, ayağı kırık bir sandalyeyi yara bandı ile düzeltmeye çalışmak gibi olur ve tekrar oturmayı denersin tekrar kırılır ve bu kendini tekrar eder durur. Oysa onun kırıldığını kabul edip onu izleyip parça ile değil yeni bir başlangıç ile çözmeye çalışmak ya da onun gerçekten nasıl düzeleceğini algılayıp harekete geçtikten sonra sorununda probleminde ortadan kalktığını görmüş olacak insan. Okyanuslarda böyledir, onunla mücadele etmeye çalışmak ahmaklık gelir on metrelik dalgaya yan giremezsin ona karşı gidemezsin sadece onun büyüklüğünü kabul edip sırtını yaslayıp dümeni sıkıca kavrayıp onunla gitmeyi deneyebilirsin.

Bunları öğrendikçe ters yüz olmaya yüz tutan her bir gemiye dokunmaya ve düzeltmeye başladı. Öyle ya onun içinde yaşayacak ve yolculuk yapacaksa onunla savaşarak değil onun bir parçasıymış gibi hareket ederek ancak yaşamda kalabilirlerdi.

balıkçı

Öğreniyordu, okyanus derinliğindeki bilgelikleri. Öğrendikçe büyümeyi ve büyük olmayı seviyordu. Büyüdükçe içimdekilerin yaşam alanlarını genişletiyor, onları besliyor, büyütüyor, özümsüyor ve koruyordu. Yine de insanoğlu denen mahlukatla olan varoluş hikayesi hiç bitmiyordu. Üzerinde bombalar patlatıyor, adına tatbikat diyorlardı, hayatlarında da bunu öfke olarak patlatıp karşısındaki kişinin içini acıtıyorlardı. Deniz ya bir şey olmaz deyip attıkları her bomba da içinde binlerce canlıyı öldürüyordu, tıpkı öfkelendiklerinde içlerindeki öldürdükleri binlerce hücre gibi….

Kaç ölüm oldu içinde hatırlamıyordu. Fırtınalarda batan gemiler, savaşlarda düşen uçaklar, yollarını kaybeden balıkçı tekneleri, derinlikleri merak edip inen ve vurgun yiyen dalgıçlar, intihar eden balinalar, yunus balıkları, ölüme meydan okuyan karabataklar, okyanus kuşları, albatroslar, dev deniz kaplumbağaları. Yaşamla ölümün kol kola gezdiği devasa cennet ve cehennem bir arada idi…

batık uçak

Her an bir öyküye denk geliyordu, bir balıkçının akşam eve yiyecek götürme telaşı bir yandan, bir savaş gemisinde yaşayan insanların eve dönme isteği bir yandan, yük gemilerinin hüzünlü ve özlem yüklü şarkı söyleyen tayfaları başka bir yandan eşlik ediyordu ona. Devasa büyüklükteki yolcu gemilerinin seyahatlerindeki müziğe, dansa, kahkahalara, sevgi sözcüklerine eşlik ederken sokaklarda dans eden insanların üzerlerine yağmur olup yağdığı zamanlar aklına geldi. Mutlu olmak için nedenlere gerek yoktu ve neden aramaya da gerek yoktu. Müzik ve ona eşlik eden bir ruhu taşıyan bedenin kendini akışa bırakması, yağmurda ıslanması, müzik eşliğinde dönüp durması ve eteklerine ve paçalarına kadar ıslanması ve gülümsemesi gözlerinden ateşler çıkartarak. İşte bu manzara güneşin doğduğunda ve battığında kocaman okyanus üzerinde bıraktığı izlere ve yakamozlara benziyordu ve çok basitti hayata eşlik edip onunla büyümek ve mutlu olmak…

Okyanus olunca haritalarda bile kocaman görünüyordu. Ada şehirleri hatta ülkeleri küçücük kalıyordu teninde. Büyüdükçe görüntü daha bir iç açıcı oluyordu. Bir yanında güneş doğarken diğer yanında batıyordu. Bir yanında insanlar denize giriyorken, diğer yanı buz tutuyordu. Aynı anda her iki hali yaşamak ve farkında olmak çok mutlu ediciydi.

Albatroslardan bahsediliyordu şehirler içinde akarken, büyük kanatlı kocaman kuşlar ve mutluluk hikayeleri vardı her birinin. Uzak ülkelerde büyük aşklar yaşıyorlar ve onların peşinden binlerce kilometre yol yapıyorlardı. Üzerindeki çığlıklarını duydukça sevginin kutsallığını bir kez daha anlıyor ve içinden parçalar ile onlara eşlik ediyordu… Kazandığı tecrübelerin en güzeli bütün bu deneyimleri yaşarken her bir canlı varlığın yaşamına dokunuyor, onları besliyor, onların yuvası oluyor, içinden kocaman parçalarla yüreklerine dokunduğunu hissediyordu.

okyanusta yaşam

Balinaların havaya püskürttüğü suyun savruk halleri olmayı seviyordu. Kumların üzerine uzanan hallerini, güneş batarken rengarenk olan teninin duruluğunu, geceleri üzerini örten yüzbinlerce yıldızı -ki şehirlerden geçerken birkaç tane olduğunu düşünürdü her zaman- şimdi her yanı yıldız kalabalığı idi ve gülümsüyorlardı ona.

Gitmesi en uzun yolları sadece düşündüğü anda kat ediyordu. Öyle ya tüm okyanus oydu artık. Tüm hayatta oydu ve sadece düşünmesi yetiyordu. Bir anda bir sahil kasabasında olabiliyordu ya da büyük okyanus akıntılarına ekleyebiliyordu kendisini. En uzak diye bir kavram yoktu ve en sıcak diye de çünkü her yerde o vardı. Oydu orada olan. Düşünceler yoktu çünkü sınırlar yoktu. Sınırsızlığın içinde iken keşfetmişti bunu bir göl gibi kapalı kutu değildi düşünceleri. Uçsuz bucaksız coğrafyalarda toplanıp geliyordu artık. Derinliklerine baktıkça yüzeyindekileri daha net görmeye başlamıştı.

Dışarıda olan içeride olan ile aynı değildi çünkü içeride olan sadece ona ait olandı ve el değmemiş, düşünce işlememiş, fikir işgal etmemiş, kendisine bir kimlik edinmemişti. Öylece saf bir halde o olarak içinde duruyordu. Bir dünyayı içinde besliyor ve o dünyanın kendisi oluyordu. Bir an tüm bunları yapabilme gücünü fark etmesiyle kendisine yukarıdan bakmayı denedi öyle ya okyanusun kendisi olduğunda tüm varoluşunu görüyordu, peki damla olduğunda bu varoluşu nasıl algılıyordu. Yukarıda bir bulut aradı sonra fark etti ki bulut olmaya bile gerek yoktu bir su damlasının içindeki oksijen olabiliyordu ve o anda tüm evrenin kapısını araladı. Okyanuslar, dev kara parçaları, mavi, yeşil, beyaz renklere bezenmiş dünya o an ayaklarının altında oluverdi ve onu sarmaladığını gördü. Sadece su damlası değildi artık bir oksijen atomu idi. Damla iken okyanus olabiliyorsa, okyanus iken de oksijen olabiliyordu. Bu onun için inanılmaz bir deneyimdi bir anda her şey olabilirdim. Bir insan, bir hayvan, bir bitki, bir okyanus, bulut her şey olmak mümkündü ve bunu sınırlayan tüm yargılardan kurtulunca anladı…

kaplumbaga

Acaba insan olmak nasıl bir duygu olurdu bu kadar büyük bir parçanın içine milyarlarca olup tek başına yaşamayı başarmaya çalışan ve ondan kendisini soyutlayan ve bir türlü kendisini bulamayan insan olmak. Tüm yaşam buna hazır iken o bir su damlası olarak evrendeki bütün canlılar olmayı başarabiliyor iken insan olmak bir anda bu sınırlamalar yüzünden zor geldi. Böyle bir yolculuk olacaksa da bir daha ki sefere olmalı diyerek. Damlada okyanus, okyanusta oksijen ve oksijende öz olmayı seçerek tüm evrene yayıldı ve gülümsedi.

Özgürlüğünün şerefine bir üzümün damlayan suyunu çekti içine ve sarhoş hallerine kızardı birden güneşi tenimde batırır gibi. Bir okyanusu aşk eyledi, bir damla üzüm suyunun güzelliğinde.


Okyanusa düşen bir damlanın hikayesi idi belki de bir insanın doğum ve yaşam hikayesiydi bu dinlediğiniz. Artık hangi kapıdan baktığınıza ve hangi pencereyi aralayarak içeri girdiğinize bağlı olarak değişir bu durum. Açın yüreğinizin tüm kapılarını ve derin bir nefes çekin içinize her bir hücreniz gökyüzüne yayılan üzümün damlasında sarhoş olmalı ve gülümsemeli hayata… Bir okyanusun güncesini idi belki de bir su damlasının hikayesi belki hepimizin bir damla olarak başladığımız ve yaşantımızla kocaman okyanuslara çevirdiğimiz ve içinde boğulduğumuz hayatın metamorfoz bir yansıması. Su damlasının dediği gibi, sadece OL’mayı DÜŞ’ünün ve OL’un… Evrende var olan her parça sizsiniz…


Murat Tali
1971 yılında İstanbul’da doğdum. Doğduğum günden beri AŞK’ın ve sözcüklerin peşinde koşturmakta ve hayatın anlamını kendime anlatmaya çalışmaktayım. Okul yıllarında kopartılan sayfalara kazınan şiirler ve denemeler ile kendimi en iyi, yazarak ifade edebildiğimi ve anlatabildiğimi fark ettim...