Hasatsız Zamanların Aşıkları (3)

Şulem ile Emre tanıştıktan kısa bir süre sonra Emre’ye konulan lösemi teşhisi, onların tüm hayatlarını değiştirmişti. Her ikisi de hem tende, hem ruhta kırılmış, ama kopamamış bir dal gibi salınıyordu. Hasat zamanı mı? Boş verin gitsin!

şule

Onlar hasatsız zamanların âşıklarıydı. Şulem bana, ben kaleme anlattım. Kalem boynunu büktü ‘yazma beni dedi’ ben yine de cümle âleme örnek olsun diye yazdım. Ve bu hikaye, geçmiş zamanların birinden ince bir sabırla çekilerek aynen şöyle dile getirildi:

Uzun bir süreçti biliyorduk. Pek çok engelden usanmadan azimle geçtik ve tam “her şey yolunda iyileştik “ dediğimizde gelen bir biyopsi sonucu tüm direncimizin üzerine ağır bir külçe gibi oturdu. Hastalığın tekrar nüksettiği haberiyle Emre isyan etmeye başlamıştı. Gözlerimin içini delip geçen, yüreğimi ateşler içinde kavuran bir bakışla “ tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyorum! “ diyerek hastaneye yatmayı kabul etmedi, onu bir türlü ikna edemiyorduk. Öğrendiğimiz her tür bitkisel tedaviyi uygulamaya başladık ama işe yaramıyor, her geçen gün biraz daha avuçlarımızın arasından kayıp gidiyordu. Dinmeyen ateşi yüzünden artık istesin ya da istemesin hastaneye yatmak zorundaydı. Ailesiyle birlikte Ankara’da GATA’ ya ( Gülhane Askeri Tıp Akademisi) götürmeye karar verdik. İşimi yeni değiştirdiğim için izin almam gerekiyordu ama ne yazık ki alamadım ve bunu ona söyleyemedim. Emre bana “lütfen benim gel, beni yalnız bırakma” demişti, yanında olmaktan başka hiç bir şey düşünemiyordum.


Aşk böyle bir şey değil miydi? İçimde, ruhumda, canımda hissettiğim sevginin bana ihtiyacı varken, normal hayatın düzenine ayak uydurmayı seçmeyi düşünmek bile bana dünyanın en büyük azabını yaşatıyordu. Bu bir seçim miydi? Hayır! Aşkta ikinci bir şık yoktur! Aşkta; ya varsın, ya varsın.

Hayat; seni içine düşürdüğü çaresizliği çare yapma sanatıdır.

Emre ve ailesiyle birlikte 8 Temmuz 2008 çarşamba sabahı Ankara’daydık. Ne yazık ki GATA çok dolu olduğu için bizi kabul etmedi. Yılmak yoktu, Hacette Üniversitesi Tıp Fakültesini denedik, orası da doluydu geri çevrildik. Zamanın bu kadar değerli olduğu bir durumda kapı kapı dolaşıyor olmanın verdiği azap enerjimizi tüketiyor ve bizi bitiriyordu. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni denedik ve sonuç aynı, reddedildik.

Bu süreç içinde içimde yanan kor ateşin boyutunu ben bile kestiremiyordum. Kızgındım, kırgındım, geri çevrildiğimiz her kapıda kızgınlığım daha bir büyüyordu, bir an önce o kapılardan birinden girmek istiyordum. Sanki Emre’yi hastane yatağında gördüğüm zaman daha iyi olacaktım, bir sonraki güne daha umutlu başlayacaktım. Hani sabırsızlıkla gitmek istediğiniz uzun bir yol olur da, yürürsünüz yürürsünüz, ayaklarınıza taşlar batar, kanar, bileğiniz burkulur, bacaklarınıza çalılar dolanır, canınız yanar, yorulursunuz, hiç umurunuzda olmaz, sadece varmayı düşünürsünüz. Ben de sadece varmak istiyordum. Sadece Emre’nin ihtiyacı olan tedavi için bir an önce o yola varmak istiyordum.

Aşkı bulmuşsa eğer kişi, bir bedene sığarmış iki kişi.

En sonunda yer bulana kadar 7 Temmuz 2008 Çarşamba günü, Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi acil bölümüne, ateşler içinde kıvranan Emre’yi yatırdık. Emre’yi yatırdık yatırmasına da, ateşler içinde yanan yârim ‘ ben burada kalmak istemiyorum’ dediğinde, bendeki ateşin harı evreni sarmıştı.

Yanmayan ne bilsin ateşin gücünü?
Ateşin hiç mi hiç, yoktur ki yönü.
Yürek bedensizdir, yâr ateş giydirir,
Giydiğin ateşin harı, seni ölümsüz kıldırır.

Emre’yi bırakamazdım ve bırakmadım. Hayatımda ilk kez Ankara’ya gidiyordum. Yol yordam bilmem, yaşım 21 ve ailem nerede olduğumdan habersizdi. Hastane refakatçi kabul etmiyordu, kimin umurundaydı! Emre varsa yanımda, hastane bank’ı cennet gelirdi bana. Ben ki evdeki odamda bile tek başıma kalmaya korkan kız, iki gece boyunca hastane bahçesindeki bankın üzerinde uyudum. Bank bana yoldaş olurken, ben ondan diğer yoldaşlarının hikâyesini dinledim.

Aşk’ın sadakat yüzü asla bulanık olamaz.

İki gün sonrasında Ankara Üniversitesi Cebeci Hematoloji servisindeydik. Hemen kemoterapi seansları başladı ve 70 gün boyunca devam edecekti. Ailem beni Eskişehir’ de çalışıyor biliyordu. Onlara bu durumları anlatıp üzmek istemiyordum, bir şekilde üstesinden gelmeliydim. Ben refakatçi olarak hastanede hafta arası kalacak, hafta sonları sanki işteki izin günüymüş gibi eve gidecektim. Durum şuydu ki; Eskişehir Ankara arasında dokunacak çok mekiğim vardı.


Emre’nin ailesi de hafta sonları refakatçi olarak kalacaktı. Bu durum 70 gün boyunca böyle devam edecekti. Evet, kemoterapi hemen başladı başlamasına ama ne yazık ki yanıt alınamıyordu. Doktorlar bizden her gün bir ya da iki trombosit bağışçısı bulmamızı istiyordu ve trombosit istenildiği zaman verilemiyordu. Sadece hastanenin randevu verdiği saatlerde trombosit alınabiliyor, üstelik trombosit iğnesi kalın olduğu için bayanların damarları ince geliyor, dolayısıyla da sadece erkek bağışçı kabul ediliyordu.

Kimseyi tanımadığımız bir şehirde bu durumlar her şeyi daha bir zorlaştırıyordu. Ulaşabildiğimiz her yolu deniyor, radyolara anonslar yaptırıyor, dükkân dükkân dolaşıp soruyor, yolda gördüğümüz insanlara en kısa haliyle durumu anlatıp trombosit istiyorduk. Bu süreç içerisinde yolda durumu anlattığım insanlar tarafından kovulduğum, hakaret işittiğim, itildiğim, deli diye gülündüğüm hatta ‘karşılığı ne olacak’ diye sorgulandığım pek çok durum yaşadım. Elbette ki anlamaları pek mümkün değildi ama anlamaya bile çalışmayan dünya dolusu insan vardı. Tüm aşağılanma sözleri kafamın içinde kocaman bir yer kaplıyor, sanki beynim kafamın içine sığmıyordu. Onlar beni anlamakta nasıl zorlanıyorlarsa, ben onları anlamakta çok daha fazla zorlanıyordum. Zaman en değerli şeydi, beni tanımalarına fırsat olsa, gerçekliğimizi bilseler belki de böyle olmayacaktı. Kızıyordum, çok kızıyordum, zamanın yetersizliği beni delice kızdırıyordu.

Emre’nin her yanına gittiğimde bilinçsizce yatışını seyrediyordum. Yatağının kenarında belimi dik tutmaya çalışarak, sanki gözleri açıkmış ve onunla konuşuyormuş gibi, kapalı göz kapaklarına bakarak diyordum ki: “Aç gözlerini, duy beni! Senin için sokak sokak beyaz bir tüy gibi savruldum ama insanlar göz göre göre savrularak düşmeme izin verip beni çiğnediler. Lütfen gözlerini aç ki, gücüme tekrar kavuşup senin için tekrar savrulmaya razı olayım.” Trombosit arayışlarımız usanmadan devam ediyordu.

“Cehennemin içinde, ateş olmayan bir yer arıyorum.”

Tüm bu mücadelelerimiz ve 2. kemoterapi sonrasında az da olumlu sonuçlar alınmaya, içimiz umutla dolmaya başlamıştı. Tam durum böyleyken, doktorlardan gelen “artık ilik aramaya başlayabiliriz” sözü sayesinde dünyalar bizim olmuştu. Emre tam iki aydır hastaneden hiç dışarı çıkmadan tedavi görüyordu. Doktorlardan izin alıp onu tekerlekli sandalyeye oturtarak gün ışığına ‘merhaba’ demenin vakti gelmişti.

İznimizi almış, hastanenin bahçesinde dolaştıktan sonra durup ona kitap okumaya başlamıştım. Ona kitap okurken sesimdeki sevinçle karışık sevgi, çıkan her kelimeyi başka bir havaya büründürüyordu. Neydi mutluluk? Mutluluk sevgiydi, mutluluk damarlarındaki zerre kadar kanın sonuna kadar mücadele edebilmektir. Mutluluk sevdiğin kişiye ‘her ne olursa olsun ben buradayım” diyebilmekti. Gözümü kitaptan kaldırıp Emre’ye baktığımda gözlerini kapatıp, yüzünü gökyüzüne doğru çevirdiğini ve minik bir gülümsemeyle derin derin nefes aldığını gördüm. Yaşamı içine çekiyordu. Tüm bu yaşadığı sancılı süreç sonunda; yaşamın, sevginin ve her şeye duyulan aşkın değerini çok iyi biliyor ve soluyordu. Bende onun varlığının güzelliğini tüm içime dolduruyordum.

İlik arayışımız için çıkacağımız yeni yolculuğumuzda bizleri nelerin beklediğini hiç bilmiyorduk ama her şeye hazırdık, hazır olduğumuzu sanıyorduk. Sanmanın nasıl büyük bir ümit olduğunu bilemezsiniz. Hiçbir şey bitmemişti, her şey yeni başlıyordu. Bizler sadece sandığımız şeylerle ümit dolu bir yolculuğa doğru yol almaya başlamıştık. Ve sonra…

***


Evet, Hasatsız Zamanların Âşıkları’nın hikayesi henüz bitmedi. Gerçek hayattan alınmış olan bu hikâye hepimize örnek olsun diye yazılıyor. Sabır, sadakat, sevgi, aşk nedir; hangi boyutlarını, hangi oranlarda yaşıyoruz sorgulayalım. Kendimizi sorgulayalım, insanlığımızı, dostluğumuzu, sevdalarımızı, değerlerimizi sorgulayalım. Düşünelim! Kim için, ne için, ne kadar süre sabredebilir, neleri göze alabilir, nelerden vazgeçebilir, nelere göğüs gerebiliriz? Nasıl biriyiz? Sizleri pek çok soruyla baş başa bırakarak, diğer bir yolculukta buluşmak üzere, hoşça kalmanızı diliyorum.

Serpil Çavuşoğlu
1973 İstanbul doğumluyum. Hayatın her alanında gönüllü olarak faaliyet göstermekteyim. Bağımlılık ile mücadele, kadın ve çocuk istismarına karşı destek, eğitime katkı amaçlı kütüphanaler kurulması, yardımlaşma derneklerinde faaliyetler, tüketicinin her tür hakkı (sağlık, hukuk...) üzerine destek çalışmaları, kültür sanat projelerine koçluk, danışmanlık, tutuklu çocukların topluma kazandırılması amaçlı eğitim organizasyonları, kan bağışı, organ bağışı, ilik bağışı üzerine organizasyonlarda koordinatörlük, özel eğitim öğretmeni olmam sebebiyle engelli çocuklarımızın ailelerine danışmanlık, okullarda çocuklarımızın yardımlaşma güdüsünü pekiştirme amaçlı seminerler ve sayamayacağım daha pek çok alanda, neredeyse hiç durmadan yıllardır gönüllü olarak faaliyet göstermekteyim.