İndigo Çocugun Kalbi – 3

 Hepsi ama hepsi sevgiyle yaşıyorlardı. İnsanlar gibi değillerdi onlar…

 Bir bildiği olamaz mıydı acaba? Nefret mi ediyordu insanlardan sanki? Güneş nefret bilmezdi ki!


çimlerde koşan çocuk

 

Yemyeşil çimenleri, kocaman ağaçları, rengarenk ahenkle duran çicekleri gördüğünde mutluluktan çıldıracak gibi olmuştu. Koşmak tüm ağaçlara, çiceklere sarılmak istiyordu. Mutluluktan çıldırıyor gibiydi. Çicekler hoşgeldin der gibiydiler. Kokularını dalga dalga yayıyorlardı havaya. O kadar ilginçti ki, hepsi yan yana durmalarına rağmen bambaşka kokular yayıyorlardı. Aslında onlar da insan gibi, hepsi aynıymış gibi görünüyor diye düşündü. İnsanların iki kolu, iki ayağı, iki gözü, iç organları vardı. Kiminin ayakları yoktu, kiminin eli, kimin gözü, kimimin bir böbreği vardı, kiminin iki. Çicekler de öyleydi. Annesinin zambak dediği beyaz çicekler duruyordu yan yana. Hepsi aynı gibiydi ama onlar da farklıydı. Kiminin bir yaprağı vardı, kimisinin iki, kimisinin rengi çok beyazdı, kimisi daha az beyaz, kimisin yeşili bir farklı canlıyken, kimisininki daha koyuydu. Ama onların tek ve çok güçlü ortak noktaları vardı. Hepsi ama hepsi sevgiyle yaşıyorlardı. İnsanlar gibi değillerdi onlar.

picnic

Arkasına döndü ve ileride duran ailesine baktı. Yine bir koşuşturma içindeydiler. Piknik yapmak için gelmişlerdi oraya. Babası ve onun arkadaşı masayı kuruyordu. Güneş gelmemeliymiş diye diğer kişide güneşi engelleyen şemsiyeye benzeyen şeyin dik durması için uğraşıyordu. Güneş dedi içinden, tüm ışınlarını vücudunda hissederken, tüm hücreleri yenileniyor gibiydi. Hiç anlamamıştı insanların hava’dan kaçmalarını zaten. Güneş varken kaçıyorlardı, yağmur yağıyordu ondan da kaçıyorlardı, bembeyaz kar taneleri süzülürken de kaçıyorlardı, rüzgardan da kaçıyorlardı. Aslında kendilerini bir bıraksalardı doğa’nın kollarına, güneşin tüm vücudu yenileyen ışınlarına, yağmur’un en derinden gelen, adım adım dünyanın her yerini dolaşıp özenle topladığı faydalı şeyleri vermek için var gücüyle uğraşırken, hissetselerdi tüm benliklerinde o suyun büyülü gücünü, hele ki o buz gibi kar’ın mucizesini hissetselerdi tenlerinle, o soğuğun cız ettiren dokunuşlarını… Hiç düşünmüyorlardı ki kayaya bile şekil verdiren rüzgarın insana nasıl muhteşem şekil verdireceğini, tenine her dokunduğunda gerek olmayan hücreleri adım adım toplayışına izin verselerdi keşke.

Aklından bunlar geçerken, annesinin arkadaşı elinde mavi krem gibi birşey ile koşturarak oğlunun yanına gitti. Yüzüne hızlı hızlı kremi sürmeye başladı. Güneşin altında oynuyorsun şu gölgeye geç dedi Faruk’a. Eline krem boşaltıp ona doğru yürürken, bağırmak ben ondan istemiyorum demek istedi ama yine annesinin ona gülümseyen melek yüzünü gördü. Nasıl anlatacaktı ki o igrenç kremin onlara nasıl da zarar verdiğini, hücrelerine tek tek işlerken verdikleri bir sürü gereksiz maddeyi. Güneş yakıyordu, evet ama bir sorsalardı ona neden yaktığını. Bir bildiği olamaz mıydı acaba? Nefret mi ediyordu insanlardan sanki? Güneş nefret bilmezdi ki!

child-with-lily

İyi ki aklına geldi dedi Faruk’un babası eşine, güneş artık o kadar zararlı ki, ozon tabakası delindi zaten, heryer kimyasallarla doldu diye bilimsel şeylerden bahsetmeye başladı elinde ki sigarayı çılgınca içine çekip, duman tüm iç organlarına adım adım işleyip, hücreler attıkları çığlıklarla yok olurken o anlatmaya devam ediyordu. Diğer adamda çikolatalı kekten ağzına ardı ardına atıyor, kesinlikle haklısın ben asla güneşe çıkmam, hele ki öğlen asla diye cevap veriyordu yediği şeyin şekeri çısır çısır ses çıkararak miğdesinde ki asidi maf etmeye doğru ilerlerken. Onun eşi ise vallahi ben şu marka güneş kremi kullanıyorum doktor verdi o kadar iyi koruyor ki diye anlatmaya devam etti elindeki koladan bir yudum alırken. Büyükler illaki görmek zorundaydılar, hiç dinlemiyorlardı organlarının verdikleri işaretleri, bitkilerin söylediklerini, gerçi onlar kendi seslerinden başka bir şey duymuyorlardı ki zaten. Kahkahalarla gülmek istedi aslında onların konuşmalarına, güneş size, sizden daha çok zarar veremez ki diye kocaman yazıp önlerine koymak istiyordu.

Güneşin altında durma bak, Faruk gibi gölgede oyna dedi babasının başından şapkasını hiç çıkarmayan arkadaşı, ona bağırarmak istedi; biliyorum şapkadan nefret ediyorsun, sırf saçların döküldüğü görülmesin diye takma şunu demek istedi içinden kıs kıs gülerek. Ama bu büyükler her zaman üzülecek gereksiz şeyler bulurlardı. Ben burada oynayacağım dedi. Annesi açıklamaya başlamıştı bile, o çicekleri çok sever, bazen saatlerce onların yanında duruyor, hatta birgün eve geldik menekşeye su vermeyi unutmuşum. İçeri girer girmez, menekşe susuz kalmış, ona niye su vermedin dedi. Benimle dalga geçtiğini sandım ama gerçekten unutmuştum su vermeyi. Bu çocuklar o kadar iyi takip ediyorlar ki insanı diye anlatmaya devam ediyordu.

Siz koşuşturup durun dedi yine bir iç çekerek. Hepsi birşeyler yapıyordu. Annesi salata yapıyordu, kimisi yiyecek bir sürü şeyleri masaya diziyordu, kimisi mangalı yakıyordu, kimisi bir şeyler atıştırıyordu. Bir derin nefes alın, bir doğaya bakın, şu ağaçların biz hep buradayız şeklinde ki beklentisizce kök salışlarına, çiceklerin birbirleriyle yarışırcasına verdikleri kokulara bir bakın, çimenlerin hepsi aynıymış gibi görünen renklerinin farkına bir bakın, heyyyy durun, durun da bir bakın, durun da bir dinleyin diye herkesin anlamalarını istiyordu. Ama artık anlamıştı onlara hiçbir şeyi anlatamayacağını.


Beyaz zambakların topraktan sakince, beklentisizce aldıkları suyu hissedebiliyordu. İncecik kökleriyle, düşünmeden, gerektiği kadar, zamanı geldiyse, ince ince sularını tüm benliklerine çekiyorlardı. O kadar iyi biliyorlardı ki ne yapmaları gerektiğini, teslim olmuş gibiydiler. Sadece yapılması gereken şeyi biliyor ve tüm benliklerinde hissederek adım adım ulaşıyorlardı isteklerine. Yaydıkları o ışık, o koku, o sevgi o kadar güçlüydü ki. Meltem rüzgarı gibi dalga dalga yayılıyordu kokuları, ışıkları. Onların ahenkle dans edişlerini izlerken; Faruk, Zambak’ın birine hızlıca uzanmış ve onu koparmıştı. O an kulaklarını tıkamak, hayırrrrrrrr diye bağırmak, hüngür hüngür ağlamak istedi. Zambak’ın yeşil bedeninden kopartılırken çıkan sesi, ince ince sızısını duymuştu.

O ses acının
O ses kopartılışın
O ses ayrılışın

O ses yok oluşun
O ses hiç oluşun
O ses toprak oluşun

O ses uçuşun
O ses sönüşün
O ses dönüşümün

Sesiydi.

zambak kopartılan

Faruk koşarak annesine doğru ilerleyip, yok oluşun sinyallerini veren, benliğinde biriktirdiği sularına ihtiyacı olmadığını acıyla hissedip dışarıya atmaya başlayan, son kokusunu doğaya bırakmaya çalışan, beyazlığı git gide sönen beyaz zambak’ı annesine uzattı.


Annesi, oğlum bana çicek getirmiş diye sevinçle sarıldı oğluna. Onların sevinçi ile ortaya yayılan sahte kahkahayı izlerken kalbinde yine büyük bir şıkışma hissetti. Boğazı düğümlenmişti sanki. Zorlanarak yutkundu, içine derin bir nefes alırken zambak’ın yaydığı son kokuyu içine çekti. Bu koku son kokuydu…