Saraybosna: Acının ve Hayatın Binbir Rengi

İlk dizesi “Kad Ja Podjoh Na Bentbasu” diye başlayan bir “Sevdalinka” söyledim önce, sonra bu hüzünlü halk ezgisinin doğduğu şehir olan Saraybosna ‘yı merak ettim…

saraybosna

Bir buçuk saat süren uçak yolculuğundan sonra, kendimi Avrupa’nın göbeğinde Osmanlının izleri arasında buldum. Merkezi konumdaki küçük otelim oldukça sevimliydi. Otelin bulunduğu yokuşu tırmanırken, sokağın nostaljik bir Türk filmi dekorasyonunu andıran görünümü çok sıcak geldi. İçinde hayatın tüm canlılığıyla devam ettiği binaların dış cepheleri kurşun izleriyle doluydu ve imkansızlıklar yüzünden tamir edilememişti. Otele adım atar atmaz, 80’li yıllarda iç mekanların dekoratif anlamda baş tacı olan devetabanı çiçeğiyle burun buruna geldim.

Zaman; daracık dükkan vitrinleri, “Dallas” tabelalı, muşamba örtülü küçük pastaneleriyle 80’lerde takılıp kalmıştı. Elektrikle çalışan otobüsler ve 1800’lü yıllarda faaliyete geçen tramvay sistemine uygun araçlar, yollarda hala arz-ı endam ediyordu. Kaldığım otelin kırmızı beyaz renklerinde döşenmiş büyük çatı katı oldukça modern ve yeni bir görünüme sahipti. Odanın dört bir yanına yerleştirilmiş raflar farklı dillerde yazılmış kitaplarla bir kütüphane gibi donatılmıştı adeta. 1923 basımı, orijinal bir tarih kitabının resimlerini incelerken uyuya kalmışım… Gecenin bir yarısı, yağmur damlalarının tavandaki büyük camlara vururken çıkardığı sese uyandım. Gözümü açar açmaz, karşı rafta gözüme çarpan kitap “Fifty Shades of Grey” idi. Kitap; tarih, psikoloji ve seyahat kitaplarının yer aldığı, kütüphaneden hallice bu odada varlığıyla kendine bir yer bulmuştu! Ertesi sabah, kahvaltının ardından şehrin merkezine inince, bu sefer “acının ve hayatın bin bir rengine” tanık oldum.


Başçarşı’da İsa’nın Kutsal Yüreği Katedrali’nin hemen karşısındaki binada “Galerija 11/07/95 Srebrenica Exhibition” adlı sürekli bir sergi yer alıyor. Bu sergi, diğerlerinin yanında farklı bir anlam taşıyor. Müze giriş biletinin üzerinde “Siz şahit olun ve unutmayın! cümlesini okuyunca şöyle bir kendinize geliyorsunuz. Çünkü bu sergiyi gezen herkes, artık savaşın tanığı oluyor. 2012 yılında açılan sergi, dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Tarik Samarah’ın Srebrenica’daki toplama kamplarında ve toplu mezarlarda çektiği, belge niteliğindeki fotoğraflardan oluşuyor. Tarik Samarah’ın siyah beyaz fotoğrafları aynı zamanda Srebrenica Potocari Mezarlığı’ndaki Anma Müzesi’nde de sergileniyor.

Soykırım Sergisi saraybosna

Srebrenitsa soykırımı

Srebrenitsa katliamı, 2. Dünya Savaşından bu yana Avrupa’da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı. Müzeye girer girmez yüzlerce gülümseyen genç erkek ve çocuk portresi sizi karşılıyor. Hiçbirisi hayatta değil artık. Sadece bir gecede, yaşları 16 ile 70 yaş arasındaki yaklaşık 10 bin Boşnak erkek, depolara, okullara ve ambarlara doldurulup ve kurşuna dizilerek topluca öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş. Bu soykırım, BM Barış Gücü tarafından korunduğu iddia edilen güvenli bölgede göz göre gerçekleşmiş ve tüm dünya aylarca bu kıyıma seyirci kalmış. Müzede, evlatlarının katledilişine şahit olan kadınların, dağlara çıkan ve geri dönemeyen erkeklerin görüntülerinin yer aldığı, hayatınız boyunca unutamayacağınız bir belgesel izliyorsunuz.

Modern zamanların en uzun süreli şehir kuşatmasını yaşayan şehirde insanlar üç yıl boyunca yer altında açılan umut tünelleri yoluyla hayata ve kuşatmaya karşı direnmişler. Şehrin dört bir yanındaki binaların, camilerin ve okulların “ben savaş yorgunuyum” diyen yüzleri kurşun delikleriyle dolu ve hiçbir tamir görmemiş. İnsanlar, savaş zamanı hayata bağlı olduklarını, açlık ve yokluğa rağmen umutsuzluğa düşmediklerini kanıtlamak için her zaman olabildiğince şık, bakımlı ve güler yüzlü olmuşlar.

Milyatska Nehri‘nin etrafında ve dağların yamacında kurulmuş olan şehir çok sevimli. Yeme içme ve konaklama açısından diğer Avrupa şehirlerine göre oldukça ekonomik. Para birimi, Km olarak adlandırılan Bosna Markı. Boşnaklar Müslüman kimliklerine çok bağlılar. Yemekleri şahane ve şarapları oldukça lezzetli. Şehrin merkezinde bulunan ve 15. yy’da kurulmuş olan Başçarşı, adeta Osmanlı dönemine ait bir açık hava müzesi gibi. Osmanlı’nın 1463 yılında ayak basmasıyla kuruluyor ve Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük şehir olarak yüzyıllar boyu varlığını sürdürüyor. Bölgede o dönemden kalan tarihi Sebil, 500 yıllık Gazi Hüsrev Bey Cami ve saat kulesi bulunuyor. 1878’de Berlin anlaşması yapılınca şehir Avusturya-Macaristan yönetimine bırakılıyor ve sonrasında, 1918′de Yugoslavya Krallığı’na bağlanıyor.

Saraybosna: Acının ve Hayatın Binbir Rengi

Ferhadiye, Saraybosna

Avrupa’nın Kudüsü olarak adlandırılan şehirde cami, kilise ve sinagogları yan yana görmek mümkün. Cumbalı ahşap evleriyle tipik Osmanlı mimarisi ve küçük kapalı çarşıyı gezerken, kendinizi küçük bir İstiklal Caddesini andıran Ferhadiye Caddesinde buluyorsunuz. Bu caddenin başlamasıyla Avusturya-Macaristan mimarisini etkilerini görüyorsunuz. Caddenin meydanla buluştuğu noktada görkemli bir yapı olan ve “İsa’nın Kalbi” olarak da bilinen ve yapımı 1889 yılında tamamlanmış olan Saraybosna Katedrali var. Kafanızı şehri çevreleyen dağlara çevirdiğinizde bir anda kendinizi yemyeşil Alp dağlarında hissetmeniz mümkün.

Ferhadiye’nin devamındaki Mareşal Tito Caddesi üzerindeki Savaşta Öldürülen Çocuklar Anıtı var. 1992-1995 arasındaki Saraybosna Kuşatması sırasında öldürülen çocukların anısına dikilmiş. Resmi rakamlara göre savaşta 10.000, resmi olmayan verilere göre 30.000 kişi  ölmüş. Bunların 1.500’ü çocuk. 15.000’i çocuk 56.000 kişi yaralanmış. Şehrin büyük parklarından birinin orta yerindeki, savaşta ölen çocukların isimlerinin ve doğum tarihlerinin tek tek yazıldığı ve çocuklarını korumak isteyen annelerinin sembolize edildiği “Öldürülen Çocuklar Anıtı” var. Görüntü yürek burkucu. Orada bulunduğum süre boyunca, boğazımdan geçen her lokmada savaşta ölen çocukları ve onların sonsuz acılarına mahkum olan analarını andım.

Bu şehir, her daim hüzün ve bu ağır hüzne rağmen hayata tutunma aşkı vaat ediyor. Hiç vazgeçmemişler. Bombalar düşmüş, şarapnel parçaları yayılmış, etrafını kırmızı şeritle kapamışlar. Savaş zamanında tüm yokluklara rağmen, Boşnak kadınları düşen bombaların verdiği zararı balmumu ile kapatıp “bakın biz ölmedik, hayattayız’ mesajı vermişler. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde, Saraybosna ‘ya kazandırılan mimari şaheserlerden biri olan hükümet konağı, çıkartılan yangında büyük oranda zarar görmüş. Ülkenin tarihine,  kültürüne ve geçmişine ait belgelerin ve eserlerin neredeyse tamamı yok olmuş. Aslına sadık kalarak yeniden yapılan binanın içine girince ne yazık ki kocaman bir boşlukla karşılıyorsunuz.


Latin Köprüsü

saraybosnaŞehrin içinden geçen ve çoşkuyla akan Milyastka Nehrinin üzerinde birçok taş köprü var. Bunlardan en meşhur olanı 1. Dünya Savaşının çıkmasına neden olan o meşhur suikastın yaşandığı “Latin Köprüsü“. Avusturya – Macaristan veliahtı Ferdinand ve eşi Hohenberg Düşesi Sofia 28 Haziran 1914 tarihinde, 6 sene evvel ilhâk ettikleri Bosna-Hersek’in merkezi Saraybosna ‘yı ziyaret ederken, ayrılıkçı bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından bir sûikast sonucu öldürülür.

Gavrilo ve arkadaşları Bosna-Hersek’i Sırbistan Krallığı’na bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen “Genç Bosna” örgütünün üyeleridir.Saraybosna ‘da Latin Köprüsü üzerinde, bu kanlı savaşı başlatan kıvılcımın olduğu yerde bulunmak tarifsiz bir keder yaratıyor. Köprünün girişinde, Gavrilo’nun suikasti gerçekleştirdiği yerde bir müze yer alıyor ve binanın duvarında “From this place on 28 June 1914 Gavrilo Princip assasinated the heir to the Austro-Hungarian throne Franz Ferdinand and his wife Sofia”  yazıyor. Suikastten hemen sonra Avusturya-Macaristan hükûmeti tarafından suikastın yapıldığı yere, maktûl prensin anısına bir anıt dikiliyor, fakat bu anıt 1918 yılında Avusturya – Macaristan’ın Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedip bölgeden çekilmesi üzerine Sırplar tarafından yıkılıyor. II.Dünya Savaşı’ndan sonra köprüye, Sırp ulusal kahramanı olarak kabul edilen suikastçı Gavrilo Pricip’in ismi veriliyor.

Savaşı yaşayan şehirlerin, savaşın ardından hayata daha bağlı oldukları söylenir. Tam da bu görüşü desteklercesine, Saraybosna ‘da da hareketli bir gece hayatıyla karşılaştım. Publar, kafeler ve restoranlar her daim ve özellikle akşamları cıvıl cıvıl. Boy ortalaması oldukça yüksek olan gençler ve her yaştan insan sokaklara taşan kafeleri dolduruyor. Nargile kafeler popüler. Yollarda Türkçe ve İngilizce konuşacağınız birileri mutlaka oluyor. Burası görüntü olarak 80’ler Türkiye’sinin özgün bir Avrupa yorumu gibi adeta. Şehir merkezindeki parklarda, yaşlı amcaların dev satranç tahtalarında büyük bir ciddiyetle satranç oynadığına şahit oldum. Yanıbaşlarında, “Çok kültürlü adam dünyayı inşa edecek” heykeli var ki, bu savaşlar geçirmiş, etnik çeşitliliğinden dolayı büyük acılar yaşamış bir şehir için oldukça zarif ve anlamlı bir yapıt.

Bosna yemekleri klepe ve cevapcici

saraybosnaSokaklarda adım başı “Pekara” yani “fırın” tabelasıyla karşılaşıyorsunuz. Pasta ve ekmekleri çok lezzetli. Boşnak böreği ve yanında yoğun kıvamlı ayrana benzeyen “joğurt” larını Osmanlı kasabasını andıran Başçarşı’da parmaklarınızla birlikte yiyebilirsiniz. Klepe ( mantıları), Cevapcici (Bosna Hersek’in İnegöl köftesini andıran geleneksel yemekleri), Begova çorbası ve Dolmaları mutlaka tadılmalı. Kafelerin menülerine Türk çayı girmiş. Bayram sabahı, otelde kahvaltı ettikten sonra önümüze konulan ev baklavası çok hoş ve lezzetli bir sürpriz oldu. Tavsiye üzerine gittiğim Dveri restoranın renkli dekorasyonunu beğendim. Dünya mutfağı ve yerel lezzetler sunuyor; ancak ben Milyatska’nın kıyısındaki tarihi bir köşkte yer alan ve işgalcilere karşı sergilediği inatçı sahibinden dolayı “İnat Kuca” adını alan restoranı ve orada yediğim yerel lezzetleri daha çok sevdim.

Hünkar Camii, 1457’deİsa Bey tarafından Fatih Sultan Mehmet’e armağan olarak yapılmış. Yanında Saraybosna’ya ismini veren saray, bir köprü, kervansaray, han, hamam, değirmen, tekke ve dükkanlarla birlikte büyük bir kompleks halinde inşa edilmiş. Hünkar Camii’nin yakınlarında bulunan Sv. Ante Padovanskog Katolik Kilisesi de dikkat çeken kırmızı rengi ve mimarisiyle görülebilecek yerlerden birisi. Hemen çaprazında, yine aynı şekilde kırmızı renkteki, Sarajevsko biralarını üreten SARAJEVSKA PIVARA (Saraybosna Biracılık) şirketinin bira fabrikası var. 1864’de, Osmanlı döneminde kurulan tarihi bira fabrikası hala üretime devam ediyor ve popüler olan bu yerel biraların alkol oranı oldukça yüksek.

Mostar Köprüsü

Mostar Köprüsü saraybosna
Mostar Köprüsü

Mostar şehrine gitmek için Balkan ezgileri eşliğinde, iki saat süren bir otobüs yolculuğu yaptım ve yol boyunca yemyeşil dağların gölgesinde yeşilin en güzel tonlarını taşıyan göl ve nehirlerden geçtik. Müslüman ve Hıristiyanlara ait olduğu farklı mezarlıklara sahip olmasından anlaşılan köy evleri ve göl kıyısındaki yazlıklar yeşilin ve mavinin renkleri arasında adeta saklanmıştı. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde olan Mostar, Mimar Sinan’ın yaptığı şaheser köprüsüyle tanınıyor. 500 yıla yakın bir geçmişe sahip olan köprü savaşı sırasında Hırvatlar tarafından bombalanarak yıkılmış.

Orijinaline sadık kalınarak UNESCO ve Dünya Bankasının desteğiyle tekrar inşa edilen köprü gerçek bir şaheser. Sağında solunda küçük kafeler ve alışverişe yönelik turistik dükkanlar var. Mostar Köprüsü, yüzyıllar boyunca Bosna’da hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolü olarak ve 427 yıl boyunca ayaktaydı. Şehrin Müslüman ve Hırvat kesimini birbirine bağlıyordu. Köprünün yıkımı, Mostar’ın çok uluslu mirasının reddedilmesi anlamına geliyordu. Bugün çok uluslu bir yönetim tarafından idare edilen Mostar’da savaş döneminde başlayan bölünmeler hâlâ devam etmektedir. Hırvatlar nehrin batısında, Müslümanlar doğusunda yaşamaktadır. Savaş sırasında şehirden ayrılan Sırplar ise bir daha geri dönmemiştir.

saraybosnaSon gün tekrar Saraybosna’ya geri döndüm. Havalananına giderken, son bir kez arka sokakları gezdim. Kurşun mermileriyle delik deşik olan görkemli bir okul binasının dış cephesi, 92-95 yılları arasında burada öğretmenlik yapan her yaştan insanın isimlerinin yazıldığı levhalarla kaplıydı. Yolun hemen karşısındaki tarihi caminin dış cephesi yine kurşun delikleriyle kaplıydı… Üç gün süren bu kısa seyahat, beni derinden etkiledi. Birçok şey bir aradaydı. Savaşın soğuk yüzüyle üşüdüm, insanların sıcaklığına ve yaşama tutunma gücüne  bayıldım. Doğanın güzelliğine ve yemeklerine hayran kaldım.

Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç


1992-1995 Bosna Savaşı’nda anahtar rol oynamış olan Aliya İzzetbegoviç, Sırp katliamında halkı için yaptığı fedakarlıklar ve mütevazı yaşamı ile tam anlamıyla bir örnek şahsiyet olduğunu dünyaya kanıtlamıştır. Bosna halkı tarafından “Baba” olarak da isimlendiriliyordu.Rahmetli Alija İzzetbegoviç’in şu sözleri, bugün din istismarının ve şiddetin insanlık onurunu yerle bir ettiği şu günlerde çok anlamlı olacaktır:

İnsan tabiatının özü iyilikten çok kötülüğe meyyaldir. İnsanları hoşgörülü olmaya ikna etmek, düşmanı vahşice katletmeye ikna etmekten daha zordur. Hoşgörü sulanması gereken bir fidandır. İnsanları hoşgörüye duyarlı hale getirmek gerekir. Tabii olan hoşgörüsüzlüktür. Hoşgörü çok zor gelişen bir davranış biçimidir. Hoşgörüyü öğrenmek ve bir caminin yakınında bir sinagogu veya bir sinagogun yanında katolik kilisesinin bulunmasını kabullenmek yüzyıllarımızı aldı. Oysa bir mabedi yıkmak yapmaktan daha kolaydır. Hoşgörü tabii bir davranış değil, bir kültür işidir.

Boşnak Halkının Unutmadığı Soykırım


Bahar Gerçek Doğru
İnsanın kendini anlatması zor. Ezcümle, bahar gibi her daim içimde umut taşıyan ve iki soyadım gibi gerçek ve doğru bir insan olmaya çalışan bir bireyim. Hümanist, yenilikçi, özgürlüğüne düşkün ve adalet duygusu gelişmiş tipik bir kovayım. Ankara Koleji mezunuyum. Hacettepe Üniversitesi'nde İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümünden mezun olduktan sonra Main Üniversitesi'nde Pre-MBA yaptım. Yale Üniversitesi ve Leiden Üniversitesi'nde pozitif psikoloji, farkındalık ve meditasyon hakkında eğiimler aldım. İngilizceden Türkçeye teknik kitap çevirleri yaptım.İstanbul'da çok sesli korolarda uzun yıllar korist olarak yer aldım. "Nehir" ve "Kübra adlı öykülerim iki öykü seçkisinde yer alarak yayımlandı. Fantastik bir kurguya sahip olan "Zamansız" adlı ilk romanım 2018 yılında yayınlandı. 2014 yılından beri Abu Dabi'de yaşıyorum. Dijital medyada yazılar yazmaya devam ederken, yabancılara Türkçe öğretmenliği yapıyorum.