Özgecan’ım Ben…

Kim miyim ben? İçinde hoşgörüyü barındıran dost canlısı, yüreği gül kokulu insanların olduğu Anadolu’yum ben. Özgecan’ım ben.

özgecan aslan kimdir?

Bugünkü yazımızda hunharca katledilen üniversiteli genç kız Özgecan Aslan’ın kısa süren hayatını resmetmeye çalıştık sizlere. Özgecan için acının tarifi olmaz ve tarifi yapılamaz.

Özgecan’ım Ben…

Nereden bilebilirdim böyle olabileceğini?… Çok olmamıştı ben bu dünyada filizleneli; sadece arkamda 20 yılı bırakıyordum ve karşıma o çıktı!


Dünyaya gözümü 20 yıl önce açmıştım. Bu gök kubbenin ne kadar acı ve ne kadar elzem olduğunu çok geç anladım. Ellerim yumuk yumuk; bedenim, topak topaktı. Heyecan ve şaşkınlıkla bakıyordum bu gaddar bir o kadar çirkin dünyaya. Tabi, bilmiyordum o zaman böyle olduğunu bu dünyanın.

Masum gözlerle bakıyordum tüm herkese. Gülüyorlardı hep birlikte bana çeşitli sesler çıkartarak… Onların ilk deneyimleri ben değildim. Belli oluyordu bu hareketlerinden tecrübeli oldukları.

Benden önce o gelmişti dünyaya; küçük adımlarla evin içinde neşe katıyordu muzur gülücüklerle… Sonradan öğrenmiştim onun ablam Beste olduğunu. Aramızda gizli bir sözleşme vardı sanki ailemizin koyduğu. “Bir ömür beraber oynayıp, beraber olacaksınız” diye… Tabi ben seve seve isterdim sözüme sadık kalmaya ama benim istemem yetmezdi. Bunu birileri de istemeliydi; ancak olmadı! Kara bulutlar çöktü üzerimize.

Büyüyordum artık; dünyayı, çevreyi tanımaya çalışıyordum. İlk kelime ağzımdan çıkmıştı bile: ‘Anne’. Sonradan öğreniyordum annemin Songül, babamın Mehmet olduğunu. Her zaman yanımda, destek oldular bana; her şeye rağmen… Acılarımı meze yaptılar hayatlarına; kor oldular inceden inceye… Her anıma ortak, çadır oldular mutluluklarıma… Sevinçle baktılar gözlerimin içine her yaşta. Üzerime titrediler her hastalandığımda; koşuştular benim için dört bir yana. Şemsiye ettiler bedenlerini bu narin bedenime. Neden bu kadar sevdiler ki beni? Ama onlar da bilemezdi ki ayrılığın bu kadar hızlı olacağını ve takdir vericinin çabuk davranacağını!

Okula attığım her adımı merakla beklediler, biraz da üniformalı beni. Oldu da bekledikleri… Elimden tutup götürdüler beni o okula; o okulun merdivenlerini teker teker çıkardılar mutlu gözleriyle. Ellerimden sıkı sıkı tutuyordu babam, Mehmet Aslan beni; sanki kimseye vermek istemiyor, adeta güvenme kimseye dercesine.

Haksız mıydı babam? İp atlatmış bu kocaman dünyaya; tecrübe etmişti bir şeyleri. Belki de bunu anlatmıştı bana o yaşımda. “Kimseye güvenme kızım sakın bu dünyada!” dedi; o küçük kızına…

Songül – Mehmet Aslan çiftinin biricik kızıydım ben. Hep yanımdaydılar hep! Bir gün gecenin bir yarısında başımdaydılar. Neden olduğunu anlamamıştım. Büyüyünce söylemiştiler hastalandığımı ve o gün tüm gece yanı başımda bulunduklarını.

Emek de böyle bir şeydi herhalde. Her zaman sarıp sarmaladılar beni; ayaklarında salladılar her gece. İlk karne heyecanını onlarla yaşadım. Hiçbir karnede şaşırtmadım onları. Onlar da alışmıştı artık tek bir rakama. Onlarda üzülürdü bunun dışındaki her rakama… Tek bekledikleri de buydu benden.


Özgecan Aslan'ın annesi Songül Aslan
Özgecan Aslan’ın annesi Songül Aslan

Güçlü bir aileydik biz. Leyleğin getirdiği bir kişi daha katıldı aramıza sonradan. Beş kişilik olmuştu ailemiz artık. Adı Ali oldu, bu sevimli, minik aile bireyinin… Kardeşler olarak her şeyimizi paylaştık. Ablam Beste, ben ve kardeşimiz Ali ile her anı birlikte yaşadık.

Artık büyüyordum ve buluğ yaşını da yavaş yavaş geçiyor, serpiliyordum. Annem; “Maşallah benim kızıma; kömür gözlü, pamuk kızım” derdi. Büyümemle duygusallaşıyordum ve ilk, göz yaşlarımı annem görüyordu. Çocukken oyun dışında kaldığımda göz yaşıma tanıklık eden annem bu sefer ilk aşkıma ağlamama şahitlik ediyordu; sonradan her hatırladığımda güldüğüm ağlamama…

Güç adımlarla babamla çıktığım okul merdivenlerini 16-17 yaşında yalnız çıkıyordum. Başkası için korku olan dersler, kitaplar benim için keyifle dolu oyun alanıydı sanki. Onlarla haşır neşir olur, keyif alırdım her birinden bütün zevkimle.

Hiç zor olmadı benim için onlar yani. Büyüdüm, daha büyüdüm, çok büyüdüm zamanla… Çok hızlı geçti lise yıllarım ve hedef koyduğum gerçekleşti artık. Kazandım üniversiteyi; Psikoloji Bölümü, hayalimdeki bölüm benimdi artık…

Çok geçmedi o gün, o kara gün geldi çattı. Şubat ayının, o en kısa ayın en kötü günü… Gezdik arkadaşımla o güzel Tarsus’u, dönmem gerekiyordu Mersin’e. Minibüse bindik; önce arkadaşım indi araçtan. Araçta kimse kalmamıştı tek ben, yalnız ben ve o (!) kaldı; o araçta. Anladım ama geç anladım herhalde minibüsün güzergahının şaştığını.

Otobüsün şoförüydü o. Namusumuzu, canımızı emanet ettiğimiz kişiydi. Kötülük yapamaz diye düşünüyordum; ama babamın çocukken güvenle tuttuğum el de değildi. Minibüsü durdurdu, bedenime sahip olmak istiyordu. Engel olmak istedim.

Çok gaddar davrandı ve haince vurdu bedenime o kör bıçağı. Yeterli görmedi sonra demir çubuğu… Beni ayırdı sevdiklerimden, yaşayacağım o güzel günlerden, devamını söylemek dahi istemiyorum. Arkadaşım tanıyamadı; babam ise şapkamdan tanıdı beni. Yazıklar olsun sana, vicdan yoksunu, köhneleşmiş bedenine ve sana Suphi!

Kim miyim ben? İçinde hoşgörüyü barındıran dost canlısı, yüreği gül kokulu insanların olduğu Anadolu’yum ben. Özgecan’ım ben.


“Şimdi, sizi izliyor; sizi, size bırakıyorum; bu olayın utancıyla yaşama ey Türkiye!”

‘Özgecan’ ve ölü çocuklar


Erdal Kişioğlu
Kişioğlu, zıt düşüncelere sahip kişilerle tartışmayı seven ve her olaya bilimsel olarak yaklaşıp, olaylara septik yaklaşmaktan kaçınmayan biridir. Olayları derinlemesine incelemeyi ve yanlışın ortaya çıkarılıp doğruya nasıl ulaşılacağı konusunda fikir üretilip bunun üzerinden felsefe yapılmasını arzulayan biridir. Etik, ahlaki ve hukuki sınırları aşmadan herkesin, her ortamda eleştirilmesi taraftarıdır. Dogmatik düşüncelerden uzak; sormayı, sorgulamayı kendisine görev edinmiş ve bunun çabası içerisindedir… Her türlü bilgi alışverişine açık; farklı görüşlerin çarpıştıkça büyüyebileceğine ve kolektif düşünsel ürünlerin ikamesinin de olabileceğine inanmakta; halk için, halk yararına olan her şeyin de yanındadır…