Seyirci miyiz yoksa oyuncu mu?

Seyirci miyiz? Oyuncu mu? Cennet dediğimiz yere ulaşmak zor mudur bu yaşamda? Kolay mı öyle tüm bu gerçek zannettiklerimizden kurtulmak?

Fotoğraf Bored Panda seyirci mi oyuncu mu
Fotoğraf: Bored Panda

Bazen kaybolur insan düşünürken zamandan, köprü olur geçip giden hüzünlere, nefrete, sevmelere; çizgileri bile silinir beklerken…

Siz hiç içinde bulunduğunuz yaşam karesinden silinip, sizin bildiğiniz ama asla size ait olmayan bir yaşama, yazılmış bir senaryoya film izler gibi izleyip, kendinizi o senaryonun ortasında başrol oyuncusu olarak buldunuz mu? Ve o senaryoyu çok beğenip akışına teslim olmak ya da sonsuz ızdırap hissedip o senaryonun içinden kaçmak istediniz mi?


Siz bu filmin seyircisi mi yoksa oyuncusu musunuz?

Seyirci olmak güzeldir, öylece bakarsınız fazla bir uzvunuz yorulmadan ve enerji harcamadan fakat oyuncu iseniz işler değişir. Nasıl mı? Bir kere edimli, aktif olarak içindesinizdir bu senaryonun, isteseniz de istemeseniz de o rolü oynamak zorundasınızdır. Bazılarımız fazla sever rolünü, gereği neyse yerine getirir o karaktere ait davranışları ya da tüm replikleri, bazılarımız ise o role ait olmadığını bilerek anlaşması gereği mecburi davranışlarla hissetmeye çalışarak, zorlanarak da olsa oynar oyununu.

Fotoğraf: Kevin Corrado
Fotoğraf: Kevin Corrado

Bu anlatımlar size bir şey hatırlatıyor mu? Ait olduğunuz yaşam her şeyiyle istediğiniz gibi mi seyreyliyor? Yoksa bazen başka bir dünyaya ait olduğunuzu düşünüp kendinizi sadece bu rolü oynamak zorunda olan bir oyuncu gibi mi görüyor ya da hissediyorsunuz? Düşündünüz mü hiç adalet ararken çevrenizdeki adaletsizlikleri izlemek, yaşamak zorunda olduğunuzun sebebini? Neyi arıyorsanız o olduğunuz için çevrenizde bu aradığınız şeyin yokluğunu fark ettiniz mi? Nerede ”çok”luk varsa ”az”lığıyla tanımlandığını, zıtlıkların birbirini meydana getirişini yani siyahın beyaz ile var oluşunu, içerden gelen seslerle, dışarıdan gelen seslerin birbirine karışıp gürültü oluşturduğunu algılayabildik mi?

Peki neye kulak vermeliyiz biz? Beynimizde kodlanmış olan, ya da öğrenilmiş davranışlara esir olduğumuzun bilinci ile nasıl kendimiz oluruz, nasıl kendi yolumuzu buluruz? Dramatik bir film izlerken niye bazen gözlerimizden yaşlar süzülür? Neden TV karşısındayken,  yani filmin dışındayken birden senaryonun içindeymişiz gibi acı hissederiz? Bir duyguya kapılmış olabilir miyiz ya da saplanmış, ruhumuzu hapsettiğimiz o duygudan nasıl kurtarıp özgür olabiliriz? Senaryo içeriden mi dışarıdan mıdır? Düşündük mü hiç gerçekten ”öğrenmiş bir çaresiz” miyiz ya da senaryoya dahil edilmiş bir oyuncu, affınıza sığınarak; sürüde otlatılan koyunlar misali çobanımız bizi nereye sürüklerse orada mı otlatılıyoruz? Ayrıca biz neden birlerinin sürüsündeyiz ki? Neden tüm çabamız kendimiz olmak ya da kendi sesimizi, müziğimizi duyabilmek değil? Müzik size dışarıdan mı geliyor yoksa içeriden mi?

Gerçek ses kalbimizle hissettiğimiz, gerisi ise yalnızca gürültüden ibarettir.

Evrenin aktif bir akışı mevcuttur. Siz isteyen, talep eden olduğunuz sürece o sonsuz akışın içerisinde her isteğinize de cevap vardır. Evrenin bize iletmiş olduğu her cevap için mutlu ya da mutsuz oluruz, bazen takılırız, saplanırız o duyguya, sonra geçtiğini fark ederiz her ne ise… Tıpkı dış’taki akış gibi iç’te de bir akışın var olduğunu algılarız. O zaman kalıcı olanın ne olduğunu sorgulamaya başlarız. İçte de dışta da her şeyin rengi değişiyor. Acaba iç ve dış rengimizi bir’leyebilirsek, iki rengi bir edebilirsek nasıl bir yaşam bekliyordur bizi?

Cennet dediğimiz yere ulaşmak zor mudur bu yaşamda?

Resim: Filiz Hallıoğlu/Sürü/75x95/Tuv. üz. Y.boya
Resim: Filiz Hallıoğlu/Sürü/75×95/Tuv. üz. Y.boya

Dağılmışlığımızı nasıl toparlarız derdine düşerek, ikilemlerimizin tek’likle, kararsızlıklarımızın kararlılığa götüren aslında birbiri içine geçmiş halkalar olduğunu varsayarak bize doğru sesi çıkaran bir iç sese ihtiyaç duymaz mıyız işte tam da o anda?


Hangisi doğru, hangisi yanlış yol dediğiniz anlarınızı hatırlayın şimdi. Bir sese kulak vermek gerek ama hangisi en doğru dediğimiz, gürültüden kurtulup içimizdeki gerçek, öz olana kulak verebilmektir belki de en doğru olan yol hiç düşündük mü? Elbette düşünenler ve yaşayanlar bilir. Onlar ki yaşamın sadece bir mekan üzerinde zamana tabi bir yanılsamadan ibaret olduğunu algılayabilenlerdir! Kendimizi bir yere ait hissettiğimiz ve zamandan da kendimizi soyutlayamadığımız sürece hepimiz kalıplaşmış yaşamların içerisinde klasik bir doğumla doğup, sürüler halinde nefisleriyle yaşayıp, beşerler olarak öleceğiz ne yazık.

Kolay mı öyle tüm bu gerçek zannettiklerimizden kurtulmak?

Elbette değil fakat kendimizi aitlik kavramına hapsettiğimiz ve bağımlı birer köle misali, yaşamış olduğumuz toplumun ya da dünyanın tüm kurallarına ait hissettikçe ancak bizden besili bir koyun sürüsü olur (affınıza sığınarak) sevgili okurlarım. Çobanımız bizi nereye sürüklerse oraya gideriz işte bu en acı gerçek. Yani dışarıdan duyduğumuz sesler kalabalığında mı yaşıyor, yoksa dışarıdan içeriye bir süzgeçle geçirdiğimiz, elerken özünü bulup kendimize ayırdıklarımız doğrultusunda mı yaşıyoruz buna çok dikkat etmek gerekir.

İç seslerimizin bizi her zaman doğru yola ileteceği bilgisi ile bize eşit olarak doğumumuzla birlikte yaratıcının bahşetmiş olduğu ‘akıl’ı da unutmamak gerekir. Aklımız işte tam da bu noktada görevde olmalı. Akıl, ayırt edebilme yetisine ve dışarıdaki tüm gürültüleri susturup içeriden gelen sesi dinleyebilme görevine hizmet edebilirse işte o zaman vaat edilen cennete, yeni bir dünyada uyanabiliriz belki de…

Etrafınızda gördüğünüz herkesi de kendi yaşamınızdaki birer figüran olarak kabul eder ve yaşamınıza gelen tüm engellerin kendiliğinden kalktığını, başka duyguların da var olabildiğini aslında ayrı’lığın olmayıp bir’liğe hizmet ettiğimizi de fark edebiliriz. Var olan sistem taşımış olduğumuz zeka kapasitesinin belirli bir bölümünü kullanmamıza müsaade etse de bunun bilincinde olarak her şeye başka bir gözlükle bakabilmektir belki de öz’e doğru bir yaşam. Kendimizde olan değişimlerin tüm yaşamımıza yansıyabildiği bir yolculuk başlayacaktır şüphesiz. Bir anda cenneti bulamasak da silkelene silkelene, arındıkça dünya kirlerimizden aklın ışığı ile kalbin doğruluğa olan sinyalini görerek trafik lambası misali yeşil yanana dek sabredeceğiz.

Bir başka örnekle anlatmak gerekirse yaşamlarımızın sonsuz sayıda seçeneklerimizin bulunduğu çoktan seçmeli bir test olduğunu düşünün. Deneme yanılmalarla geçen bir yaşamda doğruyu bulma çabasında olduğunuzu ve yine tercih ettiğiniz seçeneğin size sonsuz kapılar açtığını ve en sonda en doğru kapıya vardığınızı hayal edin… Belki ”O kapı”ya varmak kolay değildi, fakat varanlar arayanlardı unutmayalım. Sahibi olmadığımız bedenler içerisinde kendimizin zannettiğimiz her ne varsa, bir ve tek olanın birer yanılsamalarından ibaret olduğunu dışarıda bir şeyin olmadığını asıl marifetlinin içerideki ses olduğunu anladığınızda kalbimiz de aklımız da kendi görevlerinde olacaktır kuşkusuz. Bize düşen görev ise duvara attığınız bir topun size aynı kuvvetle geri döneceği bilincinde olarak, yalnızca içimize tutunmanın bizleri o en doğru yola götüreceği inancından vazgeçmemek olacaktır.


Tüm bu saydıklarım doğrultusunda neyi ne kadar başarabiliriz? diyorsanız unutmayın ki gayret bizden başarı yalnızca ”Tek olan”dandır. Bunun için bizden istenen açık bir kalp, açık ve duru bir beyin, kararlılık ve cesarettir. Kalemimin beni getirdiği bu noktada sükunete geçme gerekliliği ve aynı konuda bir başka sayfada yine sizlerle kalplerimizin bizi bir’lediği günler görebilme niyetiyle… Seyirci miyiz? Oyuncu mu?

İnsan olmak bir sanat


Filiz Hallıoğlu
Filiz HALLIOĞLU 1977 İzmir Ödemiş doğumlu. Kendini tanımaya başladığında 5-6 yaşlarındaydı. Okulunu çok seven, dış’a göre başarılı ama kendini hep tanımak adına zaman zaman zorlayan bir öğrenci ve ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen doğuştan olgun olduğuna inanılan bir anlayışta geçti çocuk yılları. Sonrasında, kitaplarıyla keşfettiği kendi dünyasını kimse ile değişmediği bir yaşamı seçti...