Yer’in İktidarı: İmralı ve Beştepe

7 Haziran 2015 seçimlerine az kaldı. Aslen birbiri ile bağlantılı iki konu tartışılıyor. Erdoğan’ın Başbakan iken başlattığı ve halen devam eden “Çözüm Süreci” ve yine Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra yüksek sesle dile getirdiği “Başkanlık” sistemi.

ak saray beştepe imralı cumhurbaşkanı İmralı

Gelinen noktada “Çözüm Süreci” sadece bir “Kürt Sorunu” olmaktan çıkmış; ülkedeki farklılıkların (kadın /erkek, zengin / fakir, Alevi / Sünni, Laik / Müslüman; bu böyle uzar gider) hangi zeminde ve şekilde bir arada yaşayacağı sorunu olmaya evrilmiştir. Toplumsal olarak ciddi anlamda gerildiğimiz ve acil olarak huzura ihtiyacımız olduğu bu dönemde, toplumun tamamının temennisinin bunun hukuka dayalı adil bir zeminde ve demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir şekilde olması yönünde olduğunu düşünüyorum.

Peki ama bu nasıl olacak? Bunun yöntemi / sistemi parlamenter ya da Başkanlık olabilir; hiç önemli değil. Burada kritik olan, yukarıda birkaçını saydığım, farklılıkların üzerlerine yapışmış olan ölümcül sıfatların ve isim tamlamalarının biraz olsun gevşetilip, birbirimiz ile yeni ve melez konuşma alanları açabilmeleri ve birbirimize birer “özne-birey” olarak hitap edebilmemiz. Neden isimlerimizden yani bireyselliğimizden önce gelen ve öznelliğimizi belirleyen sıfatlara, isimlerimizin tamlanmasına ihtiyaç duyuyoruz? Eksik olan ne? Bugünkü mevcut durumda öznelliğimizi belirleyen bu yüklerin altında eziliyor; “birey olma” hakkımızı yitiriyoruz. Asıl “eksik” olan bu.


İktidarın dili

Her iktidar kendi dilini yaratır; kurguladığı ideolojinin yanılsamalı gerçekliğini bu dille kurar ve toplumu buna inandırır ki düzeni koruyabilsin. Bu hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır ama iktidarın dilinin hep “emir kipi” tınısında olması ve bireyleri alenen yok sayması şart mıdır? Üstelik dil canlıdır, kaygandır, sürekli alt diller yaratır ve sadece kendi dili ile konuşulmasını isteyen tahakkümcü akla geri döner; dili kurana zarar verir.

Çözüm Süreci’nin esas özne-bireyleri Abdullah Öcalan, AKP Hükümeti, HDP ve PKK gibi görünüyor. Ama sürece baktığımızda özne-bireyler arası samimi bir sohbet süreci yaşadığımızı söylemek zor. Araya sürekli iktidarın tahakkümcü dili giriyor; diğerlerini de bu dille konuşmaya zorluyor.

1990’larda Öcalan ismi “terörist başı”, “bebek katili” isim tamlamaları ile beraber kullanılıyordu. Evet devletin hakkını verelim;  bugün bu isim tamlamalarından vazgeçti ama halen ismine tahammül edemiyor ve küçük bir dil oyunu, metonimi ile “Öcalan” ismini “İmralı” kelimesi ile yer değiştirtiyor.

Hadi şu İmralı metonimisini biraz deşelim.

Metonimi, bir bütünü “güçlü ve baskın” olduğu bir parçası ile dile getirmektir. Örneğin “kıvırcık saçlı arkadaşınız Mehmet”e sadece “kıvırcık” diye seslendiğinizde metonimi yapmış olursunuz. Ancak Öcalan’ı, İmralı metonimisi ile azaltmaya ve özne-bireyi parçalamaya çalışırsanız, bu özne-bireyi bir yere bağlamış ve bu parçası ile nitelendirmiş olursunuz. Tabi ki de burada bir sorun var ama sorun göründüğünden (işitildiğinden de diyebilirsiniz) daha vahim.

İktidar her zaman “yer” ile ilintilidir

İktidar her zaman “yer” ile ilintili olmuştur; sınırları çizer ve “burası benim” der. Yani iç ve dış yaratır. İçerideki düzeni korumak adına sürekli dışarısı ile mücadele halindedir. Bu mücadele, aynı zamanda, “dış mihraklar”ın etkisindeki içeridekilerle de yapılır.

Önce “yer”e bakalım. İmralı Adası’nın nerede, içeride mi dışarıda mı olduğu hep muğlak kalmış. Bunu ben değil, tarih söylüyor: İmralı Adası tarihimize 1308’de Osmanlı’nın adayı Bizans İmparatorluğu’nun elinden alması ile giriyor. Adaya önce Rumlar yerleştiriliyor. 1924 tarihli Nüfus Mübadelesi’ne kadar da böyle kalıyor. Mübadele ile adadaki 1200 Rum gidiyor ve 1935 tarihine kadar boş duruyor. Bu tarihte adaya bir yarı açık cezaevi inşa ediliyor. Yani cezasını çeken gidecek; kimsenin yerleşmesi düşünülmüyor. Aynı zamanda Adalet Bakanlığı’nın hakim ve savcılarının aileleriyle birlikte tatil yapabilecekleri ve hükümlülerin hizmet edeceği bir kamp kuruluyor. Yine kimse yerleştirilmiyor; tatil bitince eve geri dönülecek. Ada, 1961 tarihinde Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları ile tarihini yeniden yazıyor. Ama mezarlarının adayı mekan edinmesine izin verilmiyor; 1990’da üç mezar da İstanbul’daki anıt mezara taşınıyor. Ölülerin bile adada kalmasına tahammül edilemiyor.

Kısa bir parantez açmadan duramayacağım: Ada, dört tarafı sular ile çevrili kara parçasıdır. Yani sınırları coğrafi olarak sabittir. Türkiye’nin ise sadece üç tarafı sular ile çevrili. Maalesef ana karanın siyasi sınırları, coğrafi sınırlar kadar kesin değildir. Sorunumuz ve ötekilerin sorunu, hep bu sınır mevzu ve siyasal bütünlüğün korunması meselesi olmadı mı? Daha yakın zamanda Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki, coğrafi olarak değil ama siyasi olarak dört tarafı çevrili Süleyman Şah Türbesi’nin yeri, zeki bir hareketle Türkiye’nin siyasi sınırlarına, bütününe iliştirilip, sorun çözülmedi mi?

İmralı Adası Abdullah Öcalan apo öcalan

Asıl konuya geri dönelim: İmralı Adası’na bir türlü yerleşilememiş; hep ötekilerin (Rumların, suçluların) adası olmuş. Hiç cennet-i mekan olamamış; hep cehennemliklerin adası olmuş. Bir türlü içeride mi, dışarıda mı durması gerektiğine karar verilememiş.


Ada halen bu statüsünü koruyor. Öcalan yakalandıktan sonra 1999’da İmralı Ada’sına yerleştirildi. Devlet, “senin sınırların burası” dedi. Sınırları kendi çizmiş olsa da, Öcalan’ı bir yer ile ilişkilendirdi; otoritesini kabul etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin de sınırları, aynı zamanda sadece içeriden değil, dışarıdan (diğer devletlerin kabulü ile) sınırlanmış değil mi? Le Guin’i anarak ekleyeyim; bütün sınırlar iki anlamlı, iki yüzlüdür. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, sınırın ne tarafından baktığınıza bağlıdır.

Dört tarafı sularla çevrili İmralı Adası 10 km kare alana sahip. Adanın 5 mil yakınına yaklaşmak yasak (kendi kara suları var); hava trafiğine kapalı (kendi hava sahasına sahip); yerleşik nüfusu 1 (sanırım daha sonra benzer suçlardan hüküm giymiş 8 mahkum daha adaya gönderildi); adaya ancak izinle girilebiliyor (bir çeşit vize, kimin verdiği önemli değil); açıklamalar İmralı’dan yapılıyor (dış basında Türkiye’den “Ankara şöyle dedi” şeklinde bahsedilmesi gibi).

Sanılmasın ki bu kafa karışıklığından muhalefet muaf. Devletin tahakkümcü dili HDP’nin nerede duracağını belirlemeye çalışıyor. HDP Eş Başkanı Demirtaş, kimi zaman “İmralı”, kimi zaman “Öcalan” diyor. Kimi zaman iktidarın dili içinden kimi zaman kendi arzuladığı dil ile konuşuyor. Devlet Bahçeli ise İmralı ismini daha çok benimsemiş durumda ve “İmralı Canisi” diye yineleyip duruyor.

Beştepe ve Erdoğan

Hadi şimdi de yazının başlığındaki “Beştepe” ismine bakalım. Burada da bir metonimi var. Bu sefer iktidar kendi yarattığı bol anlamlı, bol metaforlu ve ucu kaçmış gerçekliğe yine metonimi ile çare bulmaya çalışıyor. Dürüst olalım, bugün Türkiye’de “iktidarı temsil eden otorite kimdir” sorusunun cevabı toplumun tamamı tarafından (%50 bunu destekliyor, %50 desteklemiyor olabilir) “şu an Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Erdoğan’dır” der. Muhalefet, bu otoritenin “devlet başkanlığı” talebini, yeni bir yönetim değişikliğinden çok, Erdoğan’ın şahsi hırslarının tezahürü olarak görüyor. Bu durumun ne olacağını, olmadan bilme şansımız yok.

Etrafımdaki insanlara “İmralı denince aklınıza ne, Beştepe denince ne geliyor?” diye sordum. İmralı – Öcalan ikilisini çoğunluk kurabilirken, Beştepe ya kimseye bir şey ifade etmedi ya da akıllarına sadece Ak Saray geldi. Ancak Ak Saray’dan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adı telaffuz edilebildi. Henüz Erdoğan’ın adı bir yer ile özdeşleşememiş; şimdilik bir bina ile sınırlı. Anlaşılan o ki iktidar üzerinde çalıştığı metonimiyi henüz tamamlayabilmiş değil; halen “Ak Saray – Erdoğan” ikilisi dile hakim.  Peki hükümet neden bu metonimi ile uğraşıyor? Türkiye’de halkın %50’sinin aklına, “Ak Saray” denince, Atatürk Orman Çiftliği arazisine kaçak olarak yapılmış; müsrifçe paraların saçıldığı; Ak Saray ismindeki “ak” kelimesinin “Ak” Parti’yi çağrıştırması ve belki de en önemlisi, Erdoğan Başbakan iken, binaya “Başbakanlık Konutu” adı verilmişken, Cumhurbaşkanı olunca bu makama tahsis edilmesi geliyor. Zaten bu yüzden durum kişisel bir hırs olarak algılanıyor.

cumhurbaşkanlığı sarayı beştepe İmralı adası

“Milli İrade” sorunu

İşte burada “Milli İrade” yetmiyor. Bu, her ideolojinin temel açmazıdır; kendi yarattığı gerçekliğe %100’ün inanmasını arzular. Bütün bu metonimi çabası bunun için (Ak Saray adının “külliye”ye çevrilme çabasını da hayranlıkla izliyorum). Bu çabayı, bir şekilde anlaşılabilir. Asıl anlaşılmaz ve tedirginlik verici olan, Ak Saray’ın Türkiye Cumhuriyeti içerisinde sanki ayrı bir iktidar alanı gibiymiş gibi kendine yeni bir sınır çizmesi. Bakmayın siz Ak Saray’ın diğer ülkelerin benzer yapılarından kaç kat büyük olduğunun ballandıra ballandıra anlatılmasına. Bu sınır çok dar; sadece Beştepe ile sınırlı; İmralı Adası’ndan ise alan olarak çok daha küçük.

Ak Saray’ın izinsiz girilemeyen somut sınırları var (bir çeşit vize uygulaması); özel uçağı var (kendi havayollarına sahip); özel koruyucuları var (kendi ordusuna sahip); muhtemelen üzerinde uçulması yasak alandır; özel sağlık hizmeti ve çeşnici başı var yani gittikçe bağımsızlaşıyor ve aslen kendi içine kapanıyor. Bu yüzden de içinde bulunduğu bütünün dışına çıkıyor. Zaten işler tam da burada kopuyor. Böylelikle Çözüm Süreci’nin özne-bireylerine yeni birisi ekleniyor. Üstelik bu özne-birey, tıpkı İmralı – Öcalan ikiliğini, bu sefer Ak Saray –  Erdoğan ikiliği üzerinden tekrar üretiyor. Durum böyle olunca, olay çözümden çok sanki iki devletin savaşına dönüşüyor.

Sanırım öncelikle bir “yer” söylenince akla bir makam yerine isim gelmemeli. “White House” (Beyaz Saray) denilince akla Obama’dan önce “ABD Devlet Başkanlığı” makamı ve henüz ve halen, “Çankaya Köşkü” denilince akla “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Makamı” gelmesi gibi. Sonuçta “makam” ülkenin içindedir; dışarısında değil. Eğer bir makamın yeri, metafora / metonimiye gerek duyulmadan, düz anlamıyla bulunduğu bütünün siyasi merkezi olarak anlaşılabiliyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamenter sistemle mi yoksa başkanlık sistemiyle mi yönetileceğinin hiç önemi kalmaz.

Tabi bir de İmralı yerine Öcalan denmesi gerek. Densin ki gerçek özne-bireyler kendi aralarında konuşabilsin.


Bu arada “Pennsylvania” yerine “Fettullah Gülen” dense; bu da hiç fena olmaz.