Ben en çok kendimle konuştum

Kendisiyle her zaman konuşmalı insan ve en çok kendine yakın durmalı… Kendini tanımalı ve kendini bilmeli… Kendinden kendine yol almalı ve varabilmeli o sonsuz huzur kapısına… Tükenen ömürde en çok o kapıda bekleyebilmeli…

Ben en çok kendimle konuştum

İnsan ne fazla umutla dolu olmalı ne de korku ile… Çünkü aşırı umut bizi hırs denilen fazla tamahkârlık kuyusuna düşürebilirken aşırı korku ise umudunu yitirmekle eş değerdir… Bu da bizi ceset misali ruhundan uzağa gitmiş bedenimizi durmadan taşımaktan farksızdır, mutsuzluktur bunun adı, huzursuzluktur…

Bu bir aldanıştır aslında…

Aşırıya kaçan her şeyin içimize taht kuruşudur. Ruhun arzuya yenilişi, bizi esaret altına alışıdır. Kendi kendimize ördüğümüz duvarları bir türlü yıkamayışımız, parmaklıklar arasından dünyayı seyredişimizdir. Ve ruhumuzun asla özgür olamayışı…


Ben en çok kendimle konuştum-İndigo Dergisi-Filiz Hallıoğlu.3Oysa kendimiz olsak, tam da burada bulunduğumuz yerden daha net bir bakışla duyup, görebileceğimiz, hissedebileceğimiz bir dünya dururken insan istemeden esir eder kendini o arzulara… Nedir bu durmadan istenilen ve kazanıldığında insanı asla tatmin etmeyen arzular, istekler, hevesler…?

Peki, hepsi bu dünyaya ait değil mi? Evet…

Peki biz dünyaya mı aitiz?

Toprak olan tenden ve kemikten ibaret olan bedenimiz değil mi? Buraya ait olan, geçici olan bedenimiz değil mi?

Öyleyse bu dünya yalnızca bedensel zevkler yeri değil midir? Yemek yemek, uyumak, egosal tatminlerimiz ve sahip olduğumuz bedenimizle gerçekleştirdiğimiz tüm eylemler…

Geçici olan dünyada daimi mutluluklar beklemek var olan aklımızın bir değişik hali mi?

Tüm peşinde koşuşturup durduğumuz o bitmek tükenmez isteklerin içindeyken tam da şu anda bir durun ve kendinize seslenin! Gerçekten peşinde olduğunuz bu dünyaya ait isteğinizin sizi ne kadar mutlu edeceğini sorun kendinize ve dürüstçe cevap verin…

Daha önce de istekleriniz olmuştu, daha önce de elde etmiştiniz peşinde olduğunuzu, mutluluğunuz daim oldu mu peki? Yalnızca bir an ya da kısa süreli mutlu olduk sonra başka istekler kafesine esir düşmedik mi, düşmüyor muyuz hala? Bu yalnızca egosal tatminimiz değil mi?

Ya ruhumuz… Ruhumuz nereye, hangi diyara ait?

Bir başka yaşamın içinde yaşarken buradaki bedensel, egosal isteklerimizin içerisinde çığlıklar atan, içimizi daraltan isteklerimizin altında ezilen ruhumuzu düşündük mü?  Peki o da mutlu mu?


Hiç kimse kendi içinde bir kaos yaşamadan sadeliğe, huzura ulaşamıyor.

Ve sadelik,  huzurun başka bir adı.  

Yaşamlarımızdaki eksikliklerin ve de fazlalıkların ayar derecelerini iyi ayarlayamayışımız buna sebep olabilir mi? Her şeyi yerine dengeli oturtamayışımız, boşa doludan, doludan da boşa iyi koyamayışımız? Gün içerisinde yaptığımız her eylemimizin bile yaşamımızdaki ağırlığını ya da dengesini iyi ayarlayamayışımız…

‘Ah bu eksikliğimiz! Ne zaman dengeye girecek?’ diye de soralım kendimize hemen! Bir elimizde dört parmağımız olduğunu düşünsenize ya da altı parmağımız olduğunu? Nasıl ki dört parmak oluşu bir eksiklik ise altı parmak oluşu da bir eksiklik değil midir?

Öyleyse eksikliklerimizin ya da fazlalıklarımızın bir durumuna bakalım hemen hayatımızda, bakalım ne eksik ne fazla ki bizi kendimiz olmaktan alı koyan ve mutlu olmaktan, o sadeliği, dingin huzuru yakalayamayışımıza sebep oluyor hadi hemen bir bakalım… Bunu yapabilmek mümkün müdür? Yaşamımızı bir anda dengeye sokabilmek? Elbette bir anda değil. Fakat yaşamın anda değiştiğine inanıyorsak bir an önce başlamak bizi kurtuluşa yakınlaştırmaz mı?

Olanı olduğu gibi kabul ederek ve yaşam dengemize bir yön vererek eksikliklerimizle, hatalarımızla kendimizi de yanımıza alıp yürümektir belki de o en kusursuza yakınlık. Umut ederek fakat bu yaşamda hiçbir şeyin sahibi olmadığımız bilinci ile,  O’nun emanetlerine, O’na en yakışır şekilde saygı ve sevgi göstererek yürümek yakışır bize…

İnsan kendine en çok yakışanı bulmalıdır ya hani, bunu tüm yaşamımıza yayabildiğimizde inanın kendi sadeliğimize, o duruluğumuza, saflığımıza kavuşacağız… Hak ettiğimiz şey’lere sahip olmak istiyorsak öncelikle kendimize yakışanı yapmamız gerekmiyor mu? Başka bir ifadeyle “Gelene de gidene de Eyv’Allah” der gibi yaşayabilmemiz götürecek bizi o daimi mutluluklara…

Pakistani and Afghan refugee children gather by a balloon vendor on the outskirts of Islamabad, Pakistan, Tuesday, Aug. 5, 2014.(AP Photo/Muhammed Muheisen)
Fotoğraf: Muhammed Muheisen

Gelin haydi şimdi yalnızca bir düşünelim… Direnmenin yerine teslimiyetin o sonsuz huzuruna kavuşalım, sadeleşelim haydi gelin insan oluşumuzu hatırlayalım… Bir çocuk saflığımızla geldiğimiz bu yaşamdan akıl ve kalp yolunun dengelenişi, bir’lenişi ile ve aynı saflıkla geçelim bu diyardan, olur mu? Çünkü yol uzun ve aslolan nasıl yürüdüğümüz… Her şeye rağmen yolda olmak güzel.


Ben en çok kendimle konuştum…

Hazineni bulmak ve amacını keşfetmek


Filiz Hallıoğlu
Filiz HALLIOĞLU 1977 İzmir Ödemiş doğumlu. Kendini tanımaya başladığında 5-6 yaşlarındaydı. Okulunu çok seven, dış’a göre başarılı ama kendini hep tanımak adına zaman zaman zorlayan bir öğrenci ve ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen doğuştan olgun olduğuna inanılan bir anlayışta geçti çocuk yılları. Sonrasında, kitaplarıyla keşfettiği kendi dünyasını kimse ile değişmediği bir yaşamı seçti...