Şekerli Yoğurt

Fakirdik. Garip birer gönlümüz vardı. Ömürlerimiz de en az eşyalarımız kadar yıpranmıştı. Yalnız ruhlarımız diri ve mülk sahibiydiler, mülkümüz sevgiydi bizim…

Resim: Filiz Hallıoğlu
Resim: Filiz Hallıoğlu

O vakit ben, onun mübarek elleriyle yaptığı ekmekleri pazara götürüp satardım. Ah, dert kokusu sinmiş o somunları koklamalıydınız… Hep sorardım; ‘hamurunu gözyaşıyla mı yoğurdun?’ diye. Görmeliydiniz o mütevazı gözleri, onlar hiçbir kudretin karşı koyamayacağı aziz gözlerdi. En engin okyanuslar, o bir çift çile çanağının yanında iğne ucu gibi kalırdı.

Un alıp, çok ekmek yapamazdık. Paramız ancak beş-on ekmek yapmaya yeterdi; ‘Allah bereket versin’ derdik. Ekmekleri satıp eve dönerken, köylülerden bir kâse yoğurt satın alırdım. İkimiz de az yemek yerdik. Doğrusu o öyle söylerdi ama bazı geceler vardı ki ben kahrolurdum. Benim uyuduğumu düşünerek, yatağın bir ucunda iki büklüm halde, karnını tutar acıyla kıvranırdı. Bazen açlık iniltileri kaçıverirdi yüce dudaklarından. Hıçkırarak ağlamamak için dişlerimi dudaklarıma geçirir, delecekmişçesine dudaklarımı ısırırdım. Belki o da benim ağladığımı bilirdi, ama ne o bana ne de ben ona bir şey söyleyemezdik. Velhasıl ben az yemeyi severdim, o mecburen az yerdi. Elimde bir kâse yoğurtla her akşam aynı yollardan geçer, ona bir an önce kavuşmak için acele ederdim. Eve varınca, ben kapıyı çalmadan ayak seslerimi işitir ve bana kapıyı açardı. Onu görünce, bizi tekrar sağ salim kavuşturduğu için Allah’a içten içe şükrederdim. Akıl çalan, tılsımlı bir gülüşü vardı, o gülüş benim fani aklımı bu dünyadan alıp, bambaşka bir dünyaya, onun kalbine esir etti. İşte o gülüş için acele ederdim.


Yine yokluk sebebiyle ikimiz de yoğurt yemeyi severdik. Yoğurt, sözde hem doyurucu hem de rahatlatıcıydı. Ocağımın direği, olur da pazarda satılamayan ekmek kalırsa, yoğurdun içine o ekmekten doğrayıp yemeyi çok severdi. Bir gün ağzından şekerli yoğurt yemeyi de ne kadar çok sevdiğini kaçırıverdi. Yaptığımız on ekmek, sattığımız on ekmek… Köy yerinde gücüm yetmezdi şeker almaya. Evimize tatlı namına bir şey de girmezdi. Ancak onun şekerli yoğurt sevdiğini öğrenince, bir akşam pazar dönüşü bir okka (1282 Gr.) şeker alarak eve gittim. Bana önce kızsa da yemekte yoğurdun içine şeker döküp, iştahla yerken bir çocuk gibi sevinçliydi. Ben mutluydum, çok mutluydum.

Akşam yemeğinin ardından soframızı birlikte topladıktan sonra küçük evimizin bir köşesinde birbirimize sarılır muhabbet ederdik. Evimiz bir yatak odası ve misafir odasından ibaretti. Bizim hiçbir zaman konforlu ve lüks eşyalarımız olmadı, hatta mevcut eşyalarımız da harap idiler. Biz, kimsesi olan kimsesizlerdik: kimimiz kimsemiz vardı ama onlar da hiç kimseydiler. Yani hiç kimseden hayır görmedik. Hoş hayırları da eksik olsundu. Biz bize hep yettik, yeterdik. Evimizin duvarları ‘yokluk’ rengiydi. Dökülmüş sıvalar, çürümeye yüz tutmuş pencereler, miadını doldurmuş eşyalar… Halimiz hiç mi hiç iç açıcı değildi. Fakat bütün bunlar bizimdi; Birbirimize olan sevgimiz, bize paylaştığımız yokluğu da sevdirmişti.


Dışarıda rüzgâr eser, ağaçlar sallanırmış, savaşlar çıkar, kıyametler koparmış bize ne? Biz, yan yana gelip de birbirimize sarıldığımızda başka bir âlemdeydik. Sanki evimiz buluttandı. O ve ben aşkın semasında süzülüyorduk aşkla… Neşeyle söylenen sözler, kalplerimize hemencecik tesir eder ve iki yaramaz çocuk olurduk. Dert nedir bilmeyen iki çocuk. Yemyeşil kırlarda el ele koşan bir kız ve oğlan… Aslında iki küçük karıncaydık biz: Yaz, kış demeden çalışan iki aşk amelesi. Aşkın her dem talipleri ve biricik askerleriydik.

Dedim ya gücüm nasıl yeterdi şeker almaya? Onu şekerli yoğurt yerken görünce, galiba onun için bir şey yapmanın beni nasıl mutlu ettiğini fark etti. O akşamın üzerinden neredeyse bir buçuk yıl geçmişti ki bir akşam aniden fenalaştı. Köylülerden birinin at arabasını ışıktan da hızlı bir şekilde kasabaya, doktorun evine koştum. Doktor tetkikleri yaptıktan sonra, şehre gitmemizi salık verdi. O gece kasabada başımızı sokacak bir dam bulup konakladık. Sabah erkenden şehrin yolunu tuttum. Ertesi gün şehre varıp, can tanemi doktora teslim ettiğimde, içim öyle ferahlamış ve sükûna ermiştim ki geceden beri bir şey yemediğimi fark ederek, yanımda getirdiğim bir parça ekmeği yedim. Onun kutlu elleriyle yaptığı bir parçacık ekmeği… Doktor tetkiki yapmış, sıradan bir şeymiş gibi bir anda sonucu söyleyivermişti. Koca dünyadaki tek dayanağımın mide kanseri olduğunu öğrendim. Sebebi: Aşırı tuz kullanımıymış…

Ölüm döşeğindeydi. Azrail gelip onu benden almadan önce, gözyaşlarım kusursuz varlığına, bedenine süzülürken, ölgün nefesiyle anlatıyordu. Ben yokluğumu yok bilip, o yoğurtlu şeker yesin diye şeker almıştım. O da şeker bittiğinde ben mutsuz olmayayım diye şekerin yerine tuzu koymuştu. Bana dünyadayken cehennemi tattıran iki lanetli hastane gecesinin ardından, meleğim beni yoklukla, yokluğuyla bir başıma bırakmıştı. O yokken bu kirlenmiş dünyada yirmi dört yıl geçirdim. Gözlerim, önce günden güne zayıfladı ve nihayet dün gece gözlerimi kaybettim. Sebebi: Aşırı tuz kullanımı…



***
Aşk o ki tuzlu yoğurt şekerlenir yedikçe

Odur ki aşk! Karnı aç, gönlü tok tutar
  O gönül neye yarar aşka paha biçince
  Şeker dahi bozulur, tuzun yerini tutar


Bahattin Yavuz
O, gaz lambasının sıska ışığıyla aydınlanan kitapların sihirli dünyasında bir seyyahtır. Ruh ırmağından arıttığı sözleri kağıda işleyen bir nakkaş ve kusursuzluk için ruhuna çekiç vuran bir heykeltıraştır.