Yoksulluk fizyopatolojisi

Ve biz dönüp geriye, etrafımıza bakmadığımız sürece, güneşli günlerde bir gölge gibi bizi takip edecek bu karanlık ve bazen önümüzde tehdit ve bazen de arkamızda sinsi bir düşman gibi… Bulutlu karanlık günlerde ise nereden geldiğini anlamadığımız bir darbe gibi…

yoksulluk

Türkiye’de ve dünyada yoksulluk oranlarının araştırmasını yaptım, bu ayki yazım için. Sonuç herkeslerin bildiği ve tahmin ettiği üzere vahim. Yazıyı rakamlarla ve istatistiki verilerle boğmayacağım, ön yargılarınızdan uzak bulacaksınız yazının gidişatını ve sonucunu…

***


Okuduğum her bir yazıda aşağı yukarı karşılaştığım tek bir cümle oldu. Öyle ki ezberledim ve her okuduğumda ucu bucağı olmayan sebeplerle karşılaştım cümlenin çağrıştırdığı:

“Az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerin karşı karşıya olduğu en büyük sorundur yoksulluk” diyordu cümle. Ve Türkiye’de her 4 haneden biri yoksulluk sınırı altında yaşıyordu son verilere göre.

Durum böyle olunca Türkiye’de orta kesim diye bir sınıfın artık kalmadığını, fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğunu aydan aya kendi ev ekonomimi yaparken bile hissediyorum, eminim siz de öyle.

Ve birbirini takip eden günler ve aylar bunu daha da sert hissetmemize neden olacak ve her birimizin kapısını sektirmeksizin çalacak. Konuya öyle uzaktan bakmaya ve beni ilgilendirmiyor demeye bile fırsat kalmayacak, çünkü bir şekilde maddi olarak bir kaybımız olmayacaksa bile (ki zor bir ihtimal ), toplumsal huzurun bozulmasına sebep olan ve olacak olan olaylar zincirinin patlak verdiği ilk nokta hepimizi ilgilendiriyor ve ilgilendirecek.

Çözüm mü?

Günler ve saatler süren toplaşmalar ve sonrası sayfalar dolusu devletlerin ekonomik stratejileri, refah düzeyine taşıyacak olan atılımları, hamleleri, hedefleri vs… Kafa karıştıran ve nedense bir türlü işe yaramayan ve borç deliğinin her geçen gün büyüdüğü ve çok klasik olacak ama henüz ufukta olmayan, planı yapılmamış doğmamış bebeğimin, bebeğinizin… Borç hanesine yazılacak olan rakamlar.

Yani kaçış yok!

Elde var bir!

Kaçış yoksa eğer, maddi olarak zarar, elde var bir, peki ya manevi zarar?

Yoksulluk sınırında onca mücadele vererek yaşamanın ve yoksulluk sınırının altında olmanın insan psikolojisine etkisini merak ettim. Sebep – sonuç ilişkisi mutlaka olmalıydı, olmalıydı da ne boyutta bir zarara uğramaya ve uğratmaya sebep oluyordu devletler?

Çok da uzun sürmedi. “Yoksulluk Fizyopatolojisi” denilen terimle karşılaşmam.

Açıklama  şöyleydi:

Yoksulluğun en doğrudan sonucu açlıktır ve açlık organizma için GERÇEK bir ŞİDDETTİR. Çünkü açlık sırasında harekete geçen hormonlar YIKICI HORMONLARDIR! Başta glukagon ve katekolominler olmak üzere, açlıkta harekete geçen hormonlar önce karaciğerdeki glikojeni, sonra yağ dokusunu ve son olarak da kas dokusunu yıkmaktadır.

Açlığı; biyolojik/hormonal bir şiddet olarak tanımlamak görüldüğü üzere sadece ‘mecazen’ değil. Açlık sırasında organik/ruhsal bozukluk/dengesizlik yaşanıyor ve böyle olduğu için de açlık; geleceğe sarkan bozuk ve kaygılı etkilere neden oluyor.

Yani vücuttaki tahribat ve bu süre içeresinde bedene eşlik eden şiddet eğilimli bir ruh…

Bu etkilerle birlikte bir başka terimle daha karşılaştım. Son yıllarda psikolojide oldukça popüler olduğunu öğrendiğim.

Post travmatik stres bozukluğu

Yoksulluğa bağlı, içsel/hormonal şiddetin yanı sıra ortaya çıkan “duygusal /sembolik şiddet”

Ve bir uzman konuyla ilgili açıklama yapıyor:

“…Görüştüğümüz kişiler açısından yoksulluğu kritik kılan şey, yalnızca giderek artan ve derinleşen toplumsal eşitsizlik ve maddi sefalet değil, aynı zamanda bunların kendileri üzerinde yarattığı duygusal-sembolik şiddettir. Yani yoksul-madunlar, yalnızca açlık, hastalık, soğuktan donma vb. tehlikelerle karşı karşıya değildirler; aynı zamanda onurlarına, özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir tehditle, sembolik şiddetle karşı karşıyadır.”

Bu ikinci terimle durumun daha da derinleşmiş boyutunu dile getiriyor uzman. Öz güvenini kaybetmiş, onuru zedelenmiş bireyler ve her şeyi içselleştirmeye ve kişisel algılamaya açık ve her an tetikte bireyler.

Bir sonuca varmak gerekirse buraya kadar okuduklarımızdan, elde edilen gelirin; ruh ve beden sağlık durumunun en önemli belirleyicisidir diyebiliriz sanırım rahatlıkla.

Ve bunca tehdit altında bir birey!  Bireyin ait olduğu aile! Ailenin sahip olduğu bir çocuk! Yani gelecek.

Yoksulluğun pençeleri bir aileye uzandığında; bundan en çok etkilenen, en çok zarar gören,  yaşama, gelişme ve büyüme hakları riske atılan ailenin en küçük bireyleri…

Geleceğimiz olan bireyler, yeni nesiller…

Tehdit altında olan çocuklar olunca, sorunun ciddiyetini belirtmekte UNICEF’in bir açıklamasına yer vermek istedim:

“Yoksulluk çocukların hem bedenlerini hem de zihinlerini tahrip eder ve sonuçta yoksulluk daha sonraki kuşaklara geçerek bir “kısır döngü” oluşturur. Bu nedenle de yoksulluğun önlenmesine çocukluk çağında başlanmalıdır.” diyor UNICEF!..

Bir başka araştırma sonucu da oldukça dikkat çekici:

“Saldırganlık”, “hiperaktivite” ve “huzursuzluk” sık görülen özelliklerdir. Bu çocuklar huzursuz ruh halleri ve yorgunlukları nedeniyle başka çocuklarla birlikte olmakta güçlük çekerler. Yoksul çocuklar arasında depresyon ve intihar girişimi daha fazladır ve bu nedenle ruh sağlığı kliniklerine daha sık başvurmaktadırlar.


Yoksul çocukların algılama fonksiyonlarında ve öğrenme kapasitelerinde azalma bildirilmekte, bu çocukların testlerde düşük skor yaptıkları ve okul başarılarının düşük olduğu gözlenmektedir. Hem davranış sorunları hem de sık hastalanma nedeniyle okula gidemeyen yoksul çocuklar arasında sınıfta kalma ve okul idaresi tarafından cezalandırılma oranı yüksektir.

Anlaşıldığı üzere, yoksulluk çocukların hem biyolojik hem de zihinsel potansiyellerini olumsuz etkilemektedir.

Yaşam yarıda kalıyor! Eğitim yarıda kalıyor! Hayat, hayata bakış, bilinç yarıda kalıyor!

Kim ne derse desin bana bu konu ile ilgili…

Kaybedecek hiç bir şeyi olmayan, hırçın, itaat eden muhtaçlık ve ihtiyaçları nedeniyle kuklaya dönen bireylerin yetişmesine, nesillerin bozulmasına sebep oluyor devletlerin yönetim biçimleri.

İnsanların ve devletlerin acımasızca ve bilinçli olarak suistimalleri ısrarla söz konusudur ve birileri bu kısır döngüyü çok iyi biliyor ve kullanmak için çanak tutmakta geri kalmıyor.

***

Aynı gemideyiz!

Devlet stratejilerini ve siyaseti şimdilik bir kenara bırakalım ve önce kendimizden başlayalım.

Biz toplum olarak acı sonuçları ile her gün burun buruna gelen bireyler olarak toplumsal sorumluluklarımızı ne kadar yerine getiriyoruz ya da getirmiyoruz?

Modern insan tanımına uymak için, kanaat duygumuzun kaybolduğunu kabul etmek mi gerek?

Mevcut olan ve erişilebilir her türlü kaynağı düşüncesizce israf ediyor olduğumuzu hatırlamak mı gerek? 

Yardımlaşma duygumuzun körleştiğini ve sosyal bir tehlike içinde olduğumuzu artık görmek mi gerek?

Kapitalist düzenin ruhumuza işlediği ‘karşılıksız yapılan her bir eylem aptallıktır’ cümlesinin insan olmaktan bir hayli uzak olduğunu ölçmek mi gerek?

Başkalarının sırtından geçinmenin, emek hırsızlığı yapmanın matah bir şey olmadığını vicdana artık sormak mı gerek?

Netice olarak; çağımızda yaşanan yoksulluk ve açlığın sebebi sadece kaynak yetersizliği ve artan nüfus oranı değil.

İnsanların yozlaşan zihniyeti ve incelikten yoksun kabalaşan davranışlarında da aramak gerek.

Lükse olan düşkünlük bir insanın hayatında daha önde gitmemeli!

Yardımlaşma duygusu, aptallıkla aynı cümle içinde olmamalı!

Refah içinde yaşayan birey, yoklukla mücadelesini onurlu bir şekilde veren yurttaşına karşı kayıtsız kalmamalı!

Devlet ve idareci ve yöneticiler bozulmuş bir dengenin mimarı olmamalı artık!

Ve son olarak benim anladığım yoksulluk, yalnızca ekonomik anlamı olan bir terim değil artık, yoksulluk;  toplum olarak bir araya gelebilmeyi unutmak, paylaşmayı unutmak, bir olabilmeyi unutmak, duygusallıktan uzak kalmak artık…

Oyuna gelmiş olmanın adıdır yoksulluk artık!

Ve biz dönüp geriye, etrafımıza bakmadığımız sürece, güneşli günlerde bir gölge gibi bizi takip edecek bu karanlık ve bazen önümüzde tehdit ve bazen de arkamızda sinsi bir düşman gibi… Bulutlu karanlık günlerde ise nereden geldiğini anlamadığımız bir darbe gibi…

Bize uğramamış adaletsizliklerin karşısında durmadığımız, bireysel hareket ettiğimiz sürece kaybederiz çünkü biz aynı gemideyiz…

Uyanma ve harekete geçme zamanı!

Ya sizce?

***


Cevabı sandıkta olsa gerek!

Naftalin kokan çocuklar


Nihal Çalışkan
1980 Nisan doğumlu. Kendini ve hayatı keşif sürecinde, hayatına giren her bir ruhta kendini buluyor. Dünün dünde kaldığını hatırlatıyor bazen kendine, bugünü, anı yaşamanın keyfini sürmek en büyük derdi. Bilinmeyen on yüz bin ihtimalli yarına umutla ve keyifle ve neşeyle ve merakla gözlerini dikmiş durumda. Bilinmeyeni öğrenmek, görünmeyeni görmek, duyulmayanı duymak çabasında. Farkındalıklarını artırıyor ve şifa ve şefkat ile bazen hırçın, bazen deli dolu, bazen sakin, bazen çocuk gibi bazen çok keyifli ve bazen de uzun uzun susarak sadece sevmeyi bilen kalbi ile yaşıyor…