Neredesin Ey Masumiyet?

Yeryüzündeki tüm kalemler kelimeleri aşka boğsa,
Dünyadaki tüm renkler birbirinin varlığını secde ile kabul etse,
Bilinen tüm notalar ona kavuşmak için ezgiye de dönüşse,
Bu dünyanın bizden aldığını aramak için el birliği de etseler anlatmak ve açıklayabilmesi ne zordur o kaybı…

Ve ne ilginçtir ki dünyanın bizden aldığı en değerli şeyimizi yine dünyanın bize geri verebilecek olması…

Neyi mi?

Bir çığlıkla kaybettiğimizi bile anlayamadığımız o “saflığımızı ve masumiyetimizi”…

masumiyet

Ve o öyle bir kayıp ki hem gizli hem aşikar…

Rivayet bu ya; Yahudi inancına göre bir bebek doğduğu zaman hemen bir melek gelir, parmağını bebeğin dudaklarına bastırırmış; doğmadan önce gördüğü her şeyi unutsun, hiçbir şey hatırlamasın, masum doğsun diye. Üst dudak ile burun arasındaki o küçük çukur meleğin parmak iziymiş…

“İnsan şu an yaşadığı en yakın çevresinden en uzağına etraflıca bir bakınca tılsım yoksa melekte miydi?” demeden edemiyor, zira o çukur (iz) hepimizde var fakat elimize kalan ise yalnızca doğduğumuz zamanlar ile büyüyüp mesken edindiğimiz dünya arasında gerçekten de bir ayrım olduğu hissidir.


Çocukluğumuz ile yetişkinliğimiz arasına kim koymuştu koca bir ağlamak dolusu yaşamı?

Ah bizim o mahcubiyet kokan günlerimiz şimdi neredesiniz? Sahi en son ne zaman hissettik bu duyguyu hatırlayan var mı? Ne güzelmiş meğer yüzün o kabule geçer gibi öne eğilişi, göz kapaklarının utanma duygusuna yenilip asla karşıya bakamayışı, karşıdakine yapılan ayıba hadsizlik etmekten çekinircesine susan kelimelerimiz şimdi ne çok konuşuyor, konuşuyor da asla o hali geri getiremiyor… İşte sır da tam bu noktada saklı ve apaçık durmuyor mu karşımızda? Tüm kalemlerin aradığı buydu kelimelerde, renkleri aracı eden tüm fırçalar onu arıyordu resimlerde: Masumiyet! Ve belki de yapılan tüm besteler o masumiyet makamından çalmayı hayal ediyordu…

çocuklar ve masumiyet

Başucumuza koyduğumuz bir çift kırmızı ayakkabıda ya da yeni alınan bisikletimizi o ilk hevesle sürmek için inat ettiğimizde, dizlerimizden kopup giden yaralarımızın değil de çocuk masumiyetimiz olduğunu söyleseler kaç kişi inanırdık?

Masumiyet artık pek çocukların bile oynamadığı o daracık sokak aralarında “Seksek” oyununa davet eder gibi 1-2-3-4-5… sayıyor da göremiyor ve duyamıyoruz…

Gözlerimize bağladığımız o kör ebe mendilinin çocuk saflığımız dışında yaşadıklarımızın pek de görülmeye değer olmadığına vurgu eder gibi gözlerimizi kapayışına şimdi dikkat kesiliyor insan ne garip…

Bu kadar çocukluk özlemiyle geçer miydi bu yaşam? Elbette geçmezdi! İşte tam da bu sebeple kaybettiğimiz yere saklandı o masumiyet…

Bir şey nasıl hem gizli hem de aşikâr olabiliyordu? O zaman kayıp var mıydı? Yitirdiğimiz masumiyetimiz nerde gizlenmişti de göremiyorduk?

O kaybımızdı, bir türlü bulamadığımız ilk çocukluk oyuncağımızdı belki de… Fakat orada öylece duruyordu bu tecrübe ederek kirlendiğimiz yaşamda… Kimse onu gizlememişti oysa o her zaman apaçık orada öylece duruyordu… Nerede bulurduk biz o masumiyeti?

Yolda çamura basmadan yürüyebilmekte,

Yapmacıklığı bırakıp içten gülebilmekte,


Maske takmadan dürüstlükle yol alabilmekte,

Kendi çıkarlarını kenara bırakıp insanlık adına dürüst olup mazlumun hakkını yiyememekte,

Her türlü kötülüğü görüp yine de iyiliğin elini bırakmamakta direnmekte,

Kötüden yalnızca kaçarak değil burada dimdik durarak meydan okuyabilmekte,

Zaman zaman yorgunluktan dizlerimizi çökerten bu hayatta yeniden ayağa kalkabilme inancımızda,

Binlerce maskeyi bir kenara bırakıp da kendi olabilmekte duruyor masumiyetimiz… Hastalıklı düşüncelerden aklımızı kurtarabilmekte yine de yitirdiğimiz hayatta apaçık duruyordu işte masumiyet…

Su da kaynıyor, donarak buz oluyor, buhar olup havaya karışıyor tekrar yağmur olup yeryüzüne iniyordu şüphesiz. Peki! Su, su olma özelliğini yitiriyor muydu? Hangi hale girerse girsin yine de su olmaktan asla vazgeçmiyordu. Her şartta yalnız kendi oluyordu kısaca. Peki! Biz neden vazgeçiyoruz o bizi biz yapan saf yanımızdan? Neden arıyor da bulamıyorduk o masumiyeti biliyor musunuz? Çünkü o gözlerimize iliştirilmişti de o sebeple. Fazlaca yakınlığın körlüğü gibi… Nasıl mı? Nasıl bir fotoğrafa bakabilmek için onu gözümüze belirli bir uzaklık mesafesinde tutmamız gerekiyor ve gözümüze yaklaştırdıkça fotoğraf netliğini kaybediyor ise masumiyet de işte tam orada duruyordu! O zaman görmek için dünyaya biraz mesafe!

Evet… Görmek isteyenin gözlerinde, eliyle bir hayvanı okşayışında, bir insanın gülümseme sebebi olabilmende, sana kırgın olanın kapısına gidişindeki adımlarında, hissetmek isteyenin her hücresinde…

Ve aradığımız her ne var ise hepsi bizde inan ki hepsi bizde!..


Neredesin Ey Masumiyet?


 

Filiz Hallıoğlu
Filiz HALLIOĞLU 1977 İzmir Ödemiş doğumlu. Kendini tanımaya başladığında 5-6 yaşlarındaydı. Okulunu çok seven, dış’a göre başarılı ama kendini hep tanımak adına zaman zaman zorlayan bir öğrenci ve ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen doğuştan olgun olduğuna inanılan bir anlayışta geçti çocuk yılları. Sonrasında, kitaplarıyla keşfettiği kendi dünyasını kimse ile değişmediği bir yaşamı seçti...