Haz – Tabu İkileminde Aşk Korkusu

İçselleştirilmiş nesne durumuna gelen aşkı, egomuzun yerine koyduğumuzda, yücelttiğimiz ve kendimizi adadığımız soyutluğun odağında, nesnenin kölesi durumuna geliriz; eleştirilerimizi sessizce içimize atarken, efendimiz olan aşkın yaptığı, istediği, doğruluğun ve kusursuzluğun ilkeleridir. Egonun yerine geçen nesne, sevginin gözü kara sorumsuzluğunda ve sevi adına acımasızlığın, kötülüğün, insafsızlığın derecesini en üst seviyeye ulaştırır.

775212_496541103731712_122912461_o

Aşık olunanla özdeş duruma geçildiğinde köleliğimizi, hayranlık olarak adlandırarak, sınırlarımızı elimizden geldiği kadar daraltırız. İlk evrede egomuz, nesnenin, yani aşkın anlamıyla kendini zenginleştirmiş olur; ancak, ikinci evrede nesnenin, bizim ona kendimizi teslim etmemizle egomuzun silindiği görülür. Bu durum egomuzdan sıyrıldığımız anlamına gelmez, salt onun yerine başka bir efendi geçirdiğimiz gerçeğini gösterir.


Efsunlanmaya hazırlandığımız gönüllülükle aşka baktığımızda, sonucun hemen hemen aynı olduğunun ayrımına varırız. Nesneye ( Aşka) yönelttiğimiz aynı boyun eğiş ve itaat, eleştirel akıldan yoksunluk, Efsunlayan ve nesne ( Aşık olunan) tektir ve tüm duyular ona odaklanmıştır, yönlendirilmeye hazır bir kalp emirleri beklemektedir.

Aşk ile anlatılmak istenilen olgunun hedefi sonuçta ‘ cinsel birleşme’ dir kimsenin itiraf edemediği ve korktuğu tek gerçek de budur aslında. Bu hedefe giden yollar kapatıldığında ya da duyguların bastırılması sonucunda – ki bu genel ahlak anlayışı, resmi ideoloji- varılmak istenilen noktadan uzaklaşılır, kendini aşka adadığını sanan ve efsunlanmış, egosunun yerine nesneyi koymuş gönüllü kölelerin acısıyla mutsuz bir toplum oluşur.

Freud, Schiller’ in bir şiirinde söylediği: ‘ Dünyayı devindiren açlık ve aşktır’ dizesinden yola çıktığını söyleyerek, kişiyi korumayı hedefleyen ego içgüdülerinin ‘ açlık’. ‘ Aşkı’ da cinsel nesnelerin peşinden, türünün devamını sağlamak için gidilen içgüdülerle özdeşleştirmiştir. 1920′ de ‘ Haz İlkesinin Ötesinde’ yapıtında, içgüdüleri iki başlık altında toplamıştır: Yaşam içgüdüleri ve Ölüm içgüdüleri.

Yaşam İçgüdüleri: Kişinin yaşamını ve türünü sürdürmesini sağlar.
Ölüm İçgüdüleri: Yıkıcı güçlerdir, daha gizil ve daha derindedir. Her insan ölümlü olduğunun bilincindedir ve gizli bir istek vardır sona doğru.

561667_467535603298929_1641559479_n

Yıkımlar, saldırganlıklar, kin, nefret, ölüm içgüdüsünün türevidir ve kişi tüm bunları kendini yok etmek için paratoner gibi üzerine çeker. Yaşam içgüdüleri, kişinin yok etme gücünü dışarıya yansıtmasına neden olur. Yaşam güdüsü, ölüm güdüsü birbirinin yerine geçebilir, sevginin yerini şiddet alabilir. Yıllarca beraber yaşayan çiftlerin, bir sabah nedensiz olarak birbirlerini öldürmeleri gibi. Yaşam enerjimizi oluşturan ve çalıştıran isteklerimizi görmezden geldiğimizde, baskı altına almaya çalıştığımızda, her bir isteğimizin kaynaklandığı dürtülerimizi katı ahlaki yasaklarla cehennem yoluna koyduğumuzda, ölüme varmak için sonuçsuz çabalara gireriz.

Gerçek olmayanı gerçekliğe tercih ettiğimiz ve uşağı durumuna geldiğimiz nesnenin tatmini için, kendi gerçekliğimizden vazgeçtiğimiz anda bir makinaya dönüşmüşüzdür: Hepimiz bir gurubun, cemaatin içinde yer alarak toplumu oluştururuz; özelliklerimiz, kültürümüz, statümüz belirli bir seviyede olsa da tek başına olduğumuz tüm şeyler, topluluğun potasında erir. Sahip olduğumuz davranış ve düşünceler tamamen farklılık gösterebilir, egomuz topluluğun oluşturduğu nesnenin büyüklüğünden ve onun vizyonundan dolayı içselleştirilir. Nesnenin içinde eriyen egomuzla, topluluğun felsefesini, ahlaki yasalarını, ilişkilere karşı anlayışı kendi içimizde dokunulmaması gereken tabulara dönüştürürüz.


Egonun nesnenin yerine, nesnenin de aşkın yerine geçtiğinde ‘ Özgür Ruh Mutluluğu’ söz konusu olamaz. Efsunlanmış kişiler olarak, nesneye ve oluşturduğu topluma sınırsız bağlanmışızdır. Kendimizin aşkları, duyguları, özgürlüğü artık toplumun yargılarının çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz; o çerçevenin içinde duvarlarına çarpmadığımız sürece sorumlu insan, örnek vatandaş, iyi bir eş olmaya devam ederiz. Peki duvara ne zaman ve niye çarparız? Gerçek aşkın peşine düşüp, doyumu arama çabalarımız, çizilen çerçevenin içinde göze batan, istenmeyen, yasadışı bir eylemdir; ahlaki yasaların uygulayıcıları için bundan kötüsü olamaz, örf ve adetlerimizin, ananelerimizin bir numaralı düşmanı ilan ediliriz.

Doyumu, cinsellik yönünden tek boyutlu değerlendirdiğimizde aşkın tanımı eksik kalacaktır; doyun isteğin sonlanmasıdır, fakat değişime uğramış, ruhun dinginliğinin arandığı okyanus enginliğinde ve her birleşme sonrasının huzur verdiği tatmin olarak değerlendirildiğinde ancak bütüne varılmış olacaktır. Bu karmaşık görünen yapı aslında doğanın özünü oluşturur ve insan biyolojik ve ruhsal olarak doğayı zaten içinde barındırır.

Aşk- nefret, med- cezir, gece- gündüz, dişi- erkek…karşıtlığını kabul ediyoruz ve diyoruz ki zıtlıklar olmadan doğanın dengesi bozulacaktır; karşıtlığın oluşturduğu aslında bir bütündür, yaşam diye isimlendirdiklerimiz. Öğelerden birinin baskın duruma geçmesi, güçlünün zayıfı içselleştirerek kendi egemenliğinin altına alması dengeyi bozacaktır. Tabular, yasaklar, sınırlamalar tekil düşüncelerin ve uygulamaların sonucunda ortaya çıkar; madem çoğul düşüncelerin peşindeyiz ki önce egomuzun yerine bir nesne koymaktan vazgeçeceğiz, sonra egomuzdan kurtulmanın karşımızdakinin duygularına, özgürlüğüne, sınırlarına değer vermek olduğunun idrakine varacağız. Tüm ilişkilerimizde her ruhu, kendi potamızda eritme despotluğumuza son vereceğiz. Varolan, hiçbir şey karşıtlığı olmadan varlığını sürdüremez, maddenin atomu gibi büyük bir enerjiyi içinde taşır, açığa çıkaramadan ve yalnızlığın dehlizlerinde tek olmanın gurursuzluğunu yaşayarak.

” Yakınlık başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek; diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına devam etmek…” Osho- Zamanın, Mekanın ve Arzunun Ötesinde. Aşkın üreme güdüsünden kaynaklandığını ve sadece neslin devamı için buna zorunlu olduğumuz görüşünü, toplumsal bir inanç, ahlaki bir kural olarak kabul ettiğimizde tabulardan oluşturduğumuz duvarların altında kalacağımız gerçekliğini de kabul etmişiz demektir. Yaşadığımız tüm aşkların gerçek amacının ırkımızın devamı üzerine kurulu olduğunu söylemek, makinalardan oluştuğumuzu kabul etmekle eş değerdir. Üreme güdüsünün köleleri miydik? Peki neden sadece bir kişiye aşık oluyorduk? Aşık olduğumuz kişi mi üstün ırkın tarlası? İki insanın bir ömürde kaç kez seviştikleri, hep üreme üzerine mi oluyor? Doğum kontrol hapları, kürtaj, prezervatifler, çok eşliler, eşcinseller, transeksüel tercihler…Haz hiç yok mu peki?

Mitolojide kültürler farklı olsa da öykülerin özü aynıdır. Tabiat ana figürü gücü simgeler. Yaşamın kaynağı kadın doğasıdır. Tüm erkek Tanrılar, Tanrıçalarla aşk yaşarlar ve birleşmeleri kutsal ayinler gibidir. Erkek Tanrılar, kadına dair güzelliklere tapan bir karakter olarak öykülerdeki yerlerini alırlar. Erkeğin enerji kaynağı kadında gizlidir ve kutsal sayılan bu birleşmelerde, kendimizi ve aşkı buluruz. Tanrılaşan bir seviyi keşfederiz. Bu yazının başında değindiğimiz ‘ Yaşama Güdüsü’ dür. Zaman içinde değişimle beraber, kötü ve şeytani diye kabul ettiğimiz, doğanın insanı yok etmesi dehşeti ön plana çıkar. Doğaya duyduğumuz korku, nefret, kadınlar üzerine de yönelir. Korkunun, nefretin uyandırdığı duygularla ‘ Şeytan’ olarak adlandırdığımız kadın artık bir meta, ürün alınması gereken bir tarla yerine konmuştur. Anaerkil anlayış yerini Ataerkil düzene bırakmıştır. Erkek Tanrılar, Tanrıçalarını toprağın altına gömerek korkularından kurtulduklarını sanmışlardır. Cinsel birleşme ve sevi bir tabudur artık.

Cinsel enerjinin ve sevinin yerini korkuya bırakmasıyla, kadının metalaştırıldığı bir anlayış ortaya çıkmıştır; reklam sektöründe, pornografik yayınlarda, çalışma hayatında, ahlak anlayışında fikirleri ve duyguları önemsiz kılınan varlıklar. Erkekler toplumuna hizmet etmeye yazgılı ‘ Geyşalar’ Oysa, cinsel ilişki, aşkı derinleştiren, özümseyen, bütünleştiren bir durumdur. Tüketim çağının ‘ yat ve git’ kültüründe aşk kapıdan bile giremiyor, egomuzun içinde eritmeye çalıştığımız, peşine düştüğümüz aşklardı ve nefretin yasalarıyla sevgiyi zayıflık sandık.

341438_262731370445169_769904059_o


Aşktan korkuyu soyutlayıp kendimizle barış yapabiliriz. Ruhumuz ve bedenimizle barışarak, korkunun sadece korkudan korkmak olduğunu göreceğiz. İçimizdeki karşıtlıkları kabul ederek aşkı ortaya çıkarmalıyız ve alacağımız karar, kendimizi seçmemiz veya dışlamamız üzerine olacaktır. Egomuzdan kurtulduk derken bir nesnenin içinde erimemek, kendi irademizden ve duygusal, kültürel birikimimizden vazgeçerek, bir gurubun peşine takılmadan, üstün ırkın yaratıcısı rolüne soyunmadan, Tanrısallaşmış bir aşkın ortaya çıkmasında göstereceğimiz çaba tabulaştırmadan ilişkileri, hazzın gerçekliğinde yaşamı öğretecektir.