Çok pahalı bir kapsama alanı var sanki şu “ayrıcalıklı yaşam” kavramının. Hani ayrıcalıklı olanlar, havaalanlarında VIP salonlara alınıyor, ağırlanıyor, başka kapılardan kolayca geçiyorlar ya. Çünkü onlar VIP (Very Important Person),Türkçe deyişle “çok önemli kişiler”.
VIP (Very Important Person)
Yüksek devlet erkânıyla seyahat ederken, onların yüzü suyu hürmetine bir defa da ben tattım o ayrıcalığı. Hem o salonda başka çok önemli kişilerle de tanışma imkânınız oluyor. Kendinizi önemli, özel ve de güzel hissediyorsunuz inanın bana.
Gel gelelim, insanın kurduğu bu sistemin dışına çıkıp da kendimi doğaya atıp, varoluşun bu boyutunda tezahürümü sürdürürken bu önemli, özel ve de güzel duygusunu kaybettim önce. Hâkim olan tek duygu öğrenme telaşı idi. Doğayı o kadar ötelemiş, hayatımı sentetikle o kadar doldurmuştum ki, bu yapay şeylerin ayıklanabilmesi, tıpkı sebze bahçemdeki ayrık otlarının yolunması gibi, yoğun emek istiyor ve zaman alıyordu.
Ve bir sabah uyandığımda, başucumdaki pencereden doğan güneşi seyrederken, “ayrıcalıklı olmak bu işte” diye konuşur buldum kendimi kendimle. Şükrettim sonrasında beni yaratana. Oysa ne kadar isyan etmiştim bir zamanlar başıma gelen her şeye. Nedendir bana eziyetin diye sorgulamıştım günler, geceler boyu. Beni buralara getirmek içinmiş meğer tüm çabası. Kafama kafama vurmuş sürekli, itelemiş biteviye. Canım yandıkça artmış isyanım ama direnmişim, ille de insanın kurduğu o sistem içinde duracağım diye. Havaalanlarının VIP salonlarında boy göstereceğim diye ne çok şeyden vazgeçmişim meğer.
Tüller ve kalın perdeler ardından baktığım sokakta, benim gibi başkaca tüller ve kalın perdeler ardında yaşayan insanların yükselen binalarını görmekteyken, şimdi örtüsünü iyice kenara sıyırdığım penceremden ay ışığını almaktayım odama. Sonra da güneşi doğurmaktayım üstüme özgürce.
Çıkıp bahçeme, toprağın üzerinde yürürken, üstümde bir paçasını fare yemiş şalvarım var. Ama kendimi hala ayrıcalıklı hissediyorum. Daldan kopartıp yediğim yemişin hormonlu mu, organik mi olduğunu ve de cebimdeki paranın onu almaya yetip yetmeyeceğini düşünmezken, eğilip yerde boy vermiş kuzukulağını üstündeki çiğle beraber ağzıma atabiliyorum. Tadını duyabiliyor musunuz?
Sokağımdaki trafik, koyunlardan, keçilerden ve ineklerden oluşuyor. Arada traktörler ve eşekler de var. Karşıdan karşıya geçerken komşunun eşeği en yüksek tondan anırarak laf atıyor bana. Eşekce bilmediğime hayıflanıyorum. Öyle ya, ne dedi acaba? Ya da ne istedi?
Ekmeğimin unu su değirmeninde öğütülüyor biliyorum. Tüm kepeği ile geliyor soframa ve bedenim canlanıyor onun varlığı ile.
Yaz bitti. Havalar soğudu. Doğal gaz yok burada. Kalorifer de. Köylülerin maşinga adını verdikleri, bizim kibarca kuzine dediğimiz sobayı kurduk başköşeye komşu bacı ile. Daha biz odun edinemeden geliverdi kış kapıya. Akşam karşı komşum hacı amca bir çuval odun getirdi, “Üşümeyin sakın, bizde daha çok var, istediğiniz zaman gelin alın.” dedi. Sabah bir başka komşu dayandı kapıya traktörü ile. Bir de baktık ki, bir traktör odun getirmiş. Baltasını aldı, “paralayıverem” dedi. Karısı bir de kocaman kabak yollamış. Biz balkabağı dedik, o akkabak dedi. Biz içi turuncu dedik, o yok, bu beyaz dedi… Hormonlu, GDO’lu, fenni gübreli ya da vallahi organik olmak zorunda da değildi koca akkabak… Kabaktı işte.
Gerçek ayrıcalığın ne olduğumu anlamam için beni ite kaka buralara kadar getiren kadere nasıl teşekkür etmeli bilmiyorum. İsyan etmek yerine, bırakın kendinizi sizi iteleyen kaderin akıntısına derim. Benim gibi sizi de kavuşturur elbet ayrıcalık okyanusuna.
Kolay gelsin!