İlhan İrem: Dördüncü Perde Açılıyor

Bildiğimiz nedir bu alemde?… Sonsuzluğun ve sınırsızlığın içinde zerrelerden, bütünü yakalamaya çalışıyoruz. Aslında akıllıca. Çünkü her bir zerrede kayıtlı varoluşun gizemi. Görmeyi başarana her yan aydınlık, duymayı başarana her dem çalmakta sırların senfonisi… İlhan İrem

ilhan irem röpörtaj

Yazar: Özlem Süyev

Yıllar önce bir şiirimde, “Eğer ruhun doruklardaysa/Denizlerin seni kucaklamasını bekleme…” yazmışım. Bu röportaj anlatımlarıyla, biraz bu nitelikte oldu. İlhan İrem’in cevaplarında, bilinçsel diplerden çıkıp, doruklara ilerlemeye, görünenin ötesine bakmaya, duyulanın ötesini işitmeye ve ruhunun ışığında ilerlemeye çalışanların anlayabileceği anlatımlar var.

İlhan İrem’in dediği gibi: “Kapılar anahtarlar döndüğü için açılmıyor. Açıldığı için anahtarlar dönüyor” Ve “Hiçliğin anlamı gözlemcinin ruhunda şekilleniyor”…


Röportaj: İlhan İrem

Bana göre, “Cennet İlahileri” albümü içeriği ve enerjisiyle, diğer albümlerinizden daha farklı algılanıyor. Kanımca, daha önceki albümlerinizde üst boyut bilgileri bizim dünyevi 3. boyut realitemize uygun bir anlatımla sunuluyordu. Algılamak bu nedenle nispeten daha kolaydı. Ama bu albümde hissedilen o ki, üst boyutsal bilgiler, geçmiş, an ve geleceğin bir arada yaşandığı 4. boyut realitesinde ve çok yakında Dünya’nın geçeceği varsayılan 5. boyut realitesine uygun biçimde sunulmuş. Sizce bu nedenle mi zor anlaşılıyor veya anlaşılamıyor? 

İlhan İrem: Sınırsız özgürlüğüyle, sonsuz, merhalesiz bir derya… Kendi sahillerine.

Alıcının ruh kıvrımlarının titreşimleriyle anlık dalga farklılıkları…

Yaratıcısı ile bağını koparmamış… Temas ettiği zerrelerle reaksiyona geçen…

Duyulduğu kadar duyulan, görüldüğü kadar görünen sonsuzluk notaları…

Yolculuğun bilinen şarkılarında, henüz sorusu dahi akıla gelmeyen öteler…

Tanrısal bekleyiş, sabırsızlık hikayeleri, tutunuşlar, sonsuz uçuş.

Hepsinden azade, yalnızlığına senfoniler yaratan kainat.

Sınırsız boyutsal akışlar içinde, zerreden bütüne, tarifsiz görsel açılımlarla söylüyor şarkısını.

Algılara açık veya kapalı… Orada ve her yerde duruyor / deviniyor.

Sunum Yok!

Güzelliğine garkolunmasından… Güzelliğinden kopuşlardan… Bigane oluşlardan…

Kazanımı, kaybı, mutluluğu, hüznü olmayan.

Her yöne… Sonsuz ve zamansız, sürekli açılan, kapanan yelpaze…

Cennet hep orada… Ve hiç yok.

“Soyutun somutlaşması ve somut olandan soyutlanmak” paradoksunu taşıyan “Cennet İlahileri”,

“Işık ve sevgiyle” anlatımlarının neresinde olunduğuna dair bir “belirteç” işlevi gördü.

Tanrı ve kainat gibi, algının alt ve üst limiti yok. Sınırsız ve sınırlı olan gözlemcidir.

Sonsuz ruhu hissetmek, mutlak varlıkla bütünleşmek, insanın kendine yolculuğu…

Olağanüstü eserler, kelebeğin kanatlarındaki renkler, gökkuşağı, kokular, yağmur, kar, aşk…

Kitaplarda yazanın aksine, hepsi sadece kendileri için…

Özlerini kutsayıp, teşekkür etsinler ruhlarına… Aslında onlar için olmayanlarla karşılaştıklarında!

Peki, sızıntılar nerede yok oluyor? Birikintiler nerede toplanıyor?

Bir göl olmalı.

“Bir göl var.” O gölün başka bir boyuta geçecek olması Dünya için veya Dünyadaki yaşam için değil.

Diğerleri gibi, Dünyaya ait olmayan bilgi…

Diğerlerinden farkı, transpoze edilmeden sunuluşu.

ilhan irem röportaj cenet ilahileri medidatif

BİR’lik bilincinin en yüksek frekansta hissedildiği albümünüz “Cennet İlahileri”… İnsanlığı daha üst boyutlara çekecek olan meditatif tınılar ve bilinç altı algı şifrelerini açacak rezonanslar bu albümde duymayı bilenlere sunuluyor… “Allahım Aç Kapılarını” sanki bir tür mantra , “Hu” ve “Sis” deki mısraların son hecelerindeki vurgusal tınılar da dikkat çekici. Sizce de albümdeki eserler titreşimleriyle ruhumuzdaki algısal kilitleri açmak ve daha üst boyutlara ulaşmamızı kolaylaştırmak için mi?

İlhan İrem: Kainatsal büyü, anlam denizlerinde devasa devinimlerle bükülüyor.

Sonralardaki sonralar anı… Hatıralar geleceğin ardında.

Akış arasında, her defasında ayrı sonsuza açılan büyülü geçitlerin anahtar sözcükleri.

Kendiliğinden kendine açılan kapılar… Kendi ruhuyla öpüştükçe.

Tanrıların ışık izleri uçuşuyor kozmosta…

Gözden öte gören, histen öte duyanların.

Geçilsin diye değil… Geçildiği için hissediliyor.

Kapılar, anahtarlar döndüğü için açılmıyor… Açıldığı için anahtarlar dönüyor.

İnsanı, kainatı, Tanrıyı, yöresel düşündüğünüzde, cennetin sonsuz büyüsüne girilemiyor.

Okyanus kıyısında platonik büyü ayinleri yapan, huşu içinde çocuklar görünüyor.

İçten içe yanıp biterek, sessiz film gibi ışığı bekleşiyorlar.

Dervişler diyarı topraklarda yaşıyoruz. Genetik kodlarımızda bilgelik saklı ama nedense bu geni açmakta toplum olarak bir hayli zorlanıyoruz. Sizin eserleriniz bana öyle geliyor ki, sadece ruhsal algılarımızı değil, genetik kodlarımızı da zorluyor. İnançlarımıza, düşüncelerimize yön veren kodlar çözülüyor. Ve bilinçsel açılımlar yaşanıyor. Bu düşünceme katılıyor musunuz?

Anlatımlar güzel ruhlarla buluştuğunda bir yürek büyüsü oluşuyor.

Sevgiden örülü evrensel gerçeklik algısı, tekilden sonsuza kainat birliğinin yansımasıdır.

Hiçliğe ait olmanın ihtişamı bilinç devrimine dönüştüğünde mucizenin parçası olursunuz.

Çeperleri ilânihaye (sonsuz) birer frekans ayracı…

Derinliklerin paha biçilmez mücevheri.

Düşüncenin ve duruşun bir milim değişmesiyle, her yüzünde sonsuz soluklar…

Sevgisizliğe açılmayan sergi -olmadan olma yolunu seçmeden- tanrısal bilince erebilenler için.

Kavgadan kopmaksızın ve coğrafyaya vefa borçları sonrasında…

Sürünün aidiyet zincirlerinden soyundukça açılan kainat gözü.

Siyah çağdan ışığa giden koridor.

Karanlığın mücevheri öyle bir hazine ki…

Binyıllardır paylaştıkça çoğalıyor.

ilhan irem

Eserlerinizle ilgili olarak matematik ve fizik kuralları baz alınarak açılımlar yapılıyor. Kimi zaman efsanelerle bütünleştiriliyor. Ama benim bildiğim kadarıyla siz hiç bir şeyi baz olarak almayıp, Kainat’tan size akanları en saf haliyle aktarıyorsunuz.

Kainat örgüsünde desenler sürekli değişirken, benzer frekansların algılayabileceği kalıcı görüntüler…

Şarkılar kamp ateşleri…

Ki, onların da her biri algıların sınırsızlığında değişken.

Işıkla sevişmek görünmez olmak… Ölmeden ölmek.

Yüreği ağzında lunapark çocukları gibi durmaksızın mağara çıkışları keşfetmek.

Albümler yolculuğun seyir defteri…

Siz, İlhan İrem’i varlıksal oluşumlarınızın en yüksek noktalarına koyuyorsunuz. Sizin bakış açınızla İlhan İrem nasıl bir varlıktır?

İlhan İrem: Varlıksal oluşumlar her boyutta sınırsız yansımalar içerir.

Ve her anın sonsuz versiyonları kozmosun her zerresine doğru sürekli yayındadır.

Şu anda, biz olan başkaları başka şeyler konuşuyor, başka hayatlar yaşıyor…

Biz olan başkaları başka hayatlarda tanışıyor, tanışmıyor…

Her an, her saniye ölüyor, yeniden doğuyor.

İnsanlar, sonsuz destede sadece bir kart olan dünya hayatının iki kapısı arasında savaş ve sevgi sınavları verirken kendilerini oyuna kaptırarak çok boyutlu gerçekliğin ruhlarına sunduğu zen bahçelerini unutuyorlar.

Yürek büyüsünün her an yeniden doğabilen sınırsız gücünü…

Boyutlar arasında düşünce hızında seyahat edebilme yetisini…

Ruhlarıyla birlikte diğer yansımalarını yavaş yavaş yitirdikçe, tek boyutlu bir dünyanın kof getirilerine sarılıyorlar.

Aslolan, bütün boyutlarda kainata bıraktığımız iz.

Şarkılarımız, aşklarımız, hayatlarımız, karanlığımız, ışığımız, sevgimiz…

Kendi uzaylarının tanrısı olan insan iz veya is bırakıyor ardında…

Hiç kimse olmayan kimselerin belirdiği sonsuz huzur perdesi…

“Seni Seviyorum” albümünüz 2001’in ilk aylarında müzik severlere sunulmuştu.. Albümde yer alan “Babil Kulesi” isimli eseriniz ise 11 Eylül’de olacakları anlatan tam bir durugörü eseri olarak nitelendirildi. Şarkının anlatımında ve 11 Eylül’de yaşananlar arasındaki benzerlik ise gerçekten etkileyiciydi. Peki, siz bu hain ve kanlı oyun gerçekleştiğinde, olanlar” Babil Kulesi”ne benzerlik gösterince neler hissettiniz?

İlhan İrem: Kader yok ama herşey önceden yazılmış.

Karanlık yokoluş ve yeniden doğuşa kadar… Ve tekrar… Ve tekrar…

Bütün ihtimaller biteviye yaşanıyor.

Gözlemcinin bulunduğu an ve diğer boyutlardaki oluşlar…

Boşlukta birbirini seyreden aynalar…

Kendi zamanlarını yaşayan yankılar…

Zamansızlıkta sonsuz tekrarlar…

Kainatın kanatları kendi uzaylarının her zerresine kendi rüzgarlarıyla havalanır…

Yansımalarıyla bütün mevsimlere göç eder.

Bir Evren kurulur, buruşur.

Bir ezgi duyulur…

Hepsi bir yıldızın göz kırpmasıdır.


Toprağa düşen, filizlenen, buharlaşan tekrar…

Tanrının tohumudur sonsuz…

Güneşler kararıp, galaksiler çarpıştığında…

O huzurla kanatlanıyor yeni doğumlara.

Bir gökadaya düşmüş yitik seyyahların dini kurguları ile ilgilenmeyen…

Bambaşka anlamların sahipsiz ışığı.

Aynaların sırlarında onu görenlere açılan kapının ardında dünyadan öte bir gerçeklik belirir.

Sonra o görünenden azade bir başkası. Sonra diğeri ve diğeri…

Dileklerin harekete geçirdiği bir büyük devre.

‘Kainatın Domino Etkisi’ şeffaf yüreklerde.

Meleği olmayan bir otun bile bitmediği bu cennet ve cehennemde…

İyiliğin ve kötülüğün, başlangıcın ve bitişin anlamını kim bilebilir?

Yıllar sonra, muhteşem bir konserle sevenlerinizle buluştunuz. Özellikle İstanbul konserinin coşkusu unutulmazdı. Sanıyorum, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu en coşkulu konserlerinden birine şahit oldu. Konser öncesi ve sonrası neler hissettiniz?

İlhan İrem: Düşsel alemlerde olağanüstü gerçekliği hissedenler BİR oldu.

Henüz perde açılmadı.

80’li yılların sonunda Türkiye’de Yeşiller Partisi kuruldu. Hatırladığım kadarıyla siz de bu oluşuma destek verenler arasındaydınız. Ama bu oluşum çeşitli nedenlerle yürümedi ve kapandı. Ozon sera etkininin küresel ısınmaya yol açacağı ve bu konuda çalışmalar yapılacağı da bu partinin çalışma programı dahilindeydi. O zamanlar sera etkisine ve bu etkinin nelere neden olabileceğine dair açıklamaları alaycı bir tebessümle geçiştirenler çok oldu… Merak bile etmediler. Ama günümüzde, kış aylarında baharı yaşayınca, etekler tutuştu. Her yerde bangır bangır küresel ısınma haberleri yer alıyor… Herkesin dilinde küresel ısınma var… Ve Yeşil Hareket’in aslında ne kadar önemli olduğu, bu konuda örgütlü çalışmanın gerekliliği biraz da olsa anlaşıldı. Sizin bu konuda, sevecenlerle örgütlü bir çalışma oluşturmak adına bir hazırlığınız var mı?

Çevresel konularda, olanlar ve olacaklar konusunda neler hissediyorsunuz?

İlhan İrem: Büyük patlamadan bu yana geçen 15 milyar yıllık bir evrim…

Atomlar, moleküller, hücreler, çok hücreli ilk organizmalar, organizmalardan oluşan topluluklar, giderek eko sistemler ve karmaşıklığa doğru baş döndürücü bir biçimde açılan evrimin son birkaç bin yıllık diliminde insan ve insanlığın yarattığı uygarlık!

Kainatın oluşumu, evrende yaşam çeşitliliğinin filizlenmesi ve insanın dünyaya gelişi…

Bütün bu serüven üç perdeden oluşmaktadır.

Duyarlı ruhların bir süredir derinden hissettiği başkalaşım belirtileri, ikinci bir büyük patlama anlamı içeren dönüm noktasıdır; Dördüncü Perde açılıyor.

Kainat, bilinen bilinmeyen tüm zerreleriyle yeni bir bilinç boyutuna geçiyor.

Sahne insan için kurulmuyor…

Ama insan bu muazzam gerçekliğin uyumlu bir parçası olabilir.

Doğal çeşitlilik sergisi içinde süregelen evrimin en göz alıcı eserlerinden biri olan, ancak kendi yarattıkları nedeniyle evrensel dokunun dışına düşen insanın, yeniden kainatsal bütünlüğünün parçası olabilmesi, bu boyutta hiç tecrübe etmediği bir bilinç devrimine bağlıdır.

Küreselleşme veya popüler metafizik söylemlerinde dile gelen zamanın ruhu kavramlarıyla karıştırılmaması gereken başka bir olgudan söz ediyorum.

Zamanında harflere yüklenen anlamların da ötesinde, “Bir” sözcüğü ile kodlanabilecek bu olgu, kainatsal bilinci oluşturan zeka ile buluşma realitesidir.

Bu verilerle dünyaya ve Türkiye’ye odaklandığımızda, katastrofun son sarsıntılarına bunca az süre kalmışken, zamansızlık boyutuna geçebilmek için dışına çıkılması gereken koridorun ne denli uzun ve karanlık olduğu daha iyi görülüyor.

Trilogy olarak düşünebileceğimiz üç harfli “Bir” kavramının, kozmik ve soyut manalarını şimdilik açmadan, dünyevi gerçekliği öncelikle ilgilendiren üçüncü anlamına değinelim.

Ters yöndeki bütün geçici politik gelişmeleri ve tuzak niteliğindeki yaşamsal açılımları bir kenara koyarak… Ve bütün ilkellikler aşıldıktan sonra ulaşılabilecek birinci merhale kolektif bilinçtir.

Doğa bir yandan evrimini sürdürürken, tüm yanlış yapılanmalara rağmen insanlığın bugün ulaştığı uygarlık yeni bir yaşam biçimi yaratmıştır. Artık insanın icatları da evriminin ve bütünlüğün bir parçasıdır. İnsan bazında ele alırsak, dünyadaki bütün canlı oluşumlar ve insanın yarattığı makineler bir büyük organizmaya dönüşmüştür…

Gezegen çapındaki bu makro vücudun gelişmesi artık tamamen kültürel evrime bağlıdır.

Çağdaş sanat, bilim ve yaratıcı teknolojinin oluşturduğu kolektif bilincin bu yeni kültürel ortamına uyum sağlayamayanların hızla ayıklanacağı bir döneme girilmiştir.

Dünyadaki büyük değişimleri bu sınırsız çerçevede ele almakta yarar vardır.

Kozmosda anlamı çok farklı olan bütünlüğün dünyasal görüntüsü özetle bu biçimdedir.

Süreç başlamıştır… İnsan, yarattıklarıyla birlikte bir ayıklanma olgusu büyütmektedir. Organizmanın damarları internet adını verdiği sinir sistemi ile hücreleri ve yapıyı birbirine bağlamaktadır.

Henüz farkında olmadığı iki olgu var;

Birincisi bütünselliği küreselleşme ile karıştırıyor. Oysa sözünü ettiğim oluşum ile arada kökten bir farklılık var. Küreselleşme benlik duygusuna, “Bir” ise benliğin ve buna ilişkin kavramların tümden aşılmasına bağlı.

Farkında olmadığı için, birey ve devlet olarak ayıklanacağı diğer konu ise, sanat ve kültür…

Geleceğin dünyasında çağdaş yaşamın ve kainatsal tekamülün oktavları, sanatçı ile sanatın imgelemleri ile doğrudan bağlantılı olacaktır.

Çünkü üçlemenin diğer harflerinden birine dönersek, bilinen ve bilinmeyen evrenler arasında, tamamen insanın imgelem gücüyle yaratılan “olabilir evren”kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yapı taşıdır. Bu içsel kainatların her biri tanrısaldır ve sonsuzdur.

Duyu dışı algılama sınırsızlığında bir haberleşme ağı…

Bir paradoks olarak, madde ile, buluşlarla bu kadar iç içe olan bir yaşam, maddenin ağır yükünden kurtulabildiği oranda sürdürülebilir olacak.

Sanatsal bir kurgu içeren bilimin yitirilmemiş duygularla buluşmasından oluşacak birlik, bugünün birörnekleşmiş küresel derebeyliklerinden çok başka bir düşsel çeşitliliğe sahip gerçeklik olacaktır.

İnsan, kendini, üzerinde yaşadığı dünyayı, doğayı, köklerdeki, sürgünlerdeki kültürü… Ve bunların bileşkesinden oluşan gezegen evrimini yok eden, yok olan tür olmakla, kainatla bütünleşen bir bilinç olma arasındaki kritik kararı verme aşamasındadır.

Doğru karar, bugünkü bütün görüntülerin sıfırlanması… Tüm kalıpların ve inançların korkusuzca sorgulanarak radikal değişimlerin başlamasıdır…

Ki, “Bir” olgusu, daha öte bir yapılanma için rampa konumundadır.

Koridorun sonu, soyut ve holografik manadan öte, içinde yaşanabilir Işık ve sevgi çağının başlangıcı olacaktır.

Giderek daha da başka bilinç boyutlarına evrilecek kainatsal oluşum, insan olmasa da kurulumunu sürdürecek.

Evrendeki hayatların yıldız tozları er ya da geç yeni yaşamların tohumu olacak…

Aslolan, insanın trajik bir uzay anısı değil, gökyüzünde donmamış bir tanrı gülüşü olması…

Küresel ısınma, olayın görülen dünyevi boyutu. Peki sizce Dünya’nın süptil planında neler oluyor? Bu ısınma bir anlamda geçilecek yeni boyut realitesi için Dünya’nın süptil bedenindeki titreşimin hızlanmasıyla bir ilgisi olabilir mi?

Tanrıyı, kainatı, hayatı ve anlaşılamayan yücelikleri kendi algı boyutuna indirgeyip, sıradanlığa çekiştirmek, çapı dünya ile sınırlı, yöresel düşünen beyinlerin hastalığıdır.

Sevgi, aşk, güzel sanatlar, pozitif bilim, özgürlük, barış…

İnsan ruhunu besleyen değerler buharlaşıp… Materyalizm ve bağnazlıkla ceberrut siyasetçilerin diktatörlük hevesleri birleşince, dünya sığ duyarlıklar sirkine dönüştü. Tahsil ve diploma ile de giderilemeyen cehaletin hoyratlığına günlük hayatın her alanında rastlayabilirsiniz. Sanatta, siyasette, edebiyatta, her yerde…

Vasatların iktidarı küresel bir canavara dönüşüp dünyayı boğuyor. Hiç bir konuda tam bilgi sahibi olmadan her konuda fikir sahibi olan insan güruhu ekonomiyi, siyaseti, şehirleri, ülkeleri, dünyayı yönetiyor.

Yalanlar, tertipler, savaşlar, çevre katliamları, vicdansızca yok edilen doğa ve tarih…

Post modern faşistlerin korku imparatorluklarında bir örnek insan yaratma operasyonları…

Dinleri evrensel barış ve huzur yerine, ayrılığı, savaşları ve öfkeyi tırmandıran unsur olarak kullanan yobaz derebeylerinin harikalar diyarı…

Marjinal kalan duyarlı insanların dışındakiler sevgiyi, aşkı yitirmiş, insana dair güzelliklere sağır ve körleşmiş anlamsız kalabalıklar olarak deviniyorlar.

Gezegenin evrensel bağlantılarından bihaber yaşayan geri kalmış toplumlar, sürü ve ümmet mantığının sığlıklarında, ağırlık noktaları kaykık ahlaki değerlerle, bireyci ve kirli bir yapı oluşturuyorlar. Düşlenenlerin tam tersine millennium çağlarının toplumları, kendilerini ileri demokrasinin temsilcisi olarak vitrinleyen yöneticilerle karşılıklı çıkar alışverişleri içinde, insana, doğaya, ülkelerine, dünyaya yapılan haksızlıklara duyarsız kalıp bilinçsizce destek vererek, özgürlük ve demokrasi ile hiç ilgisi olmayan çağdışı karanlıkları cesaretlendiriyorlar.

Mavi gezegen, insanıyla, çevresiyle, değerleriyle ölüyor!

Bu sararmış zamanların ya içindesinizdir ya da dışında… Ortası yok!

Dünya din savaşlarından ve çıkarları uğruna ülkelerini ve gezegeni tüketen küresel diktatörlerden kurtulmak zorundadır.

İnsanlık kurumuş bir dal olarak evren tarihinden düşecek veya taze sürgünlerle yeni bir hayat yeşertecek.

Konu budur.

Anlatımlar nüanslarıyla birlikte algılandığında gerçeklik en yalın haliyle görünüyor…

Kainat oluşumunu sürdürüyor ve insan evrendeki anlamını kendi belirliyor.

Daha önceki zamanlara ait, oluşumun insanla ilgili, insan için olduğu söylemi dinlerle paralel bir düşüncedir. Bu düşünce şekli insan ruhunun şizofrenik tarafını rahatlatır. Ama aynı oranda düşünceyi kısıtlayıp, sınırsız bakabilme yetisini köreltir. İnsanı evrenin vazgeçilmez unsuru olarak kabul eden bakış, ortaçağda dünyayı kainatın sabit merkezi olarak gören din referanslı bakıştır. Galileo “dünya dönüyor” dediğinde engizisyon tarafından mahkum edilmişti. Aynı şekilde, Darwin’in Evrim Teorisi ile bütün kadim dinler kavgalıdır. Çünkü uzay yağmurlarıyla su birikintilerinde oluşan yaşam kıpırtılarının uzun evrim yolculuğunun bir evresinde karaya çıkması ve bir gün bir maymunun ayağa kalkması ile başlayan insanlık fikri, insanı yaradılışın merkezine koyan dinleri rahatsız ediyor. Oysa biraz daha panoramik bakabilseler, evrim tarihinin de yaradılış kitabında bir bölüm olduğunu görebilirler. Hiçbir rastlantısal akış, kainatın kendini keşfeden muhteşem kurgusunun anlamını hiçlemez.

Gözlemci olmadan da kainatın kurulumunu sürdürdüğü söylemi tedirgin edici bir ıssızlık duygusu verse de, insanın anlamını soyutun somut olduğu çok daha yüksek bir bilince çekiyor. Kainatın aynı manayı taşıyan bir kopyası olan insanın, aslını ve evrensel değerlerini hatırlayarak dünya ve kainatla uyumlu bir biçimde bütünleşebileceğini anlatıyor.

Hiçbir insani ego kırıntısı olmaksızın, kainatla bir olma hali.

Birliğin doğal bir parçası olmak değil, ona ancak tüm ruhuyla “BİR” olma bilincine ererek katılabilmek.

Hak-değer olgusu kainat kurulumunun da yapı taşı…

Mistik rehaveti önleyen heyecan verici bir gerçeklik.

Tanrısallık yaratmak ve yok etmektir.

Hak edilmeyiş sebepleri yahut kainatın tacı insanın aynasındadır.

Hiçliğin anlamı gözlemcinin ruhunda şekillenir.

Duyumsanmadığında terkedilmiş bir sahildir…

Rüzgar esmeye, dalgalar kayalara çarpmaya devam eder.

Boş görünen sahne aslında boş değildir.

Kainat bir renk skalası ile dönüşür… Başka ışıklarla başka boyutlarda aydınlanmayı sürdürür.

Eşsiz manzarayı karartmadan deryalarda yüzebilme bilinci oluşmadıkça, mitlerin ve vehmedilmiş kutsiyetlerin rehavetinde varılacak bir cennet yoktur.

Gece görüntülerinin ardındaki titreşimleri hissedenler vuslatın salt sevgiden oluşan ışıklı çağrısını duyuyorlar.

Ve yolculuğu muhteşem kılan olgunun sürüklenmek değil, dalgalara direnmek olduğunu…

Saplantılardan, korkulardan, dogmalardan arınıp…

Kanatlarını rüzgara karşı özgürce açabildiğince yükselirsin.


Ötelere…

Gaye Su Akyol’dan efsane konuşma: Ataerkil ve müthiş sıkıcı bir dünyada