Çanakkale ilimizin bir köyünde yaşadığımı sanırım çoğunuz biliyor artık. Köy yaşamanın varlık bütünlüğüm üstündeki dönüştürücü etkisini, dışıma da taşırmak arzusu kontrol edemeyeceğim kadar güçlü dalgalar üretiyor benliğimde.
Bu dalgaların ilki çok güzel onbeş-yirmi insan getirdi köyümüze. Minik misafirhanemizin bahçesindeki samanlığı boşalttık, sıraları saman balyalarından, perdesi çarşaftan güzel bir sınıf haline getirdik. Ve açıldı perde. İlk ders: Yerel Üret-Yerel Tüket! Kolaylaştırıcımız ise uzun yıllar yurt dışında toplum destekli tarım konusunda çeşitli gruplarla çalışmış olan sevgili Emet Değirmenci idi. Ama hepimiz ondan çok konuştuk. Yerel yöneticilerimiz de bizi yalnız bırakmadı. Kaymakamımız, il özel idare müdürümüz, belediye başkan vekilimiz ve tabi ki sevgili muhtarımız ara ara saman balyaları üzerinde dersimizi izlediler.
Bilmem hala var mı ama bizim zamanımızda Yerli Malı Haftası kutlanırdı okullarımızda ve sıralarımızın üstü yerli meyve ve sebzelerle dolardı. Köy soframız da aynı o sıralar gibi bahçemizin, köyümüzün ürünleri ile doldu taştı. Köylümüz bahçelerinde kimyasal gübresiz, ilaçsız ürettiği her şeyi paylaştı. Peynirler, yoğurtlar yaptı getirdi. Köy fırınları yakıldı, ekmekler yoğruldu. Gece yaktığımız ateşin korunda mısırlarımızı, patatesimizi közledik, yedik. Bazılarımız köy evlerine misafir oldu. Kimi tarlalara saldıran domuzların peşine düştü gece yarısı köylülerle. İftar sofralarına katıldık, dolunay altında bir yamaçta beyaz örtülü köy bacılarımızın namaz kılışlarını izledik. Kutsal bir tören alanında gibi çarptı yüreklerimiz.
İki senedir su değirmeni arıyorum buralarda. Hep var deniyor ama nerde bilinmiyor. Sanırsınız Kaf Dağının ardında. Meğer şah damarımız kadar yakınmış bize ama çalışmazmış. Hatır, gönül ama en önemlisi umut saldık değirmenci Ali’nin gönlüne. Temizledi, açtı değirmenini. Sanırım ilk buğday çuvalını da biz döktük öğütmeye. Şimdiyse koca bir grup olduk. Değirmenciye haber saldık biz tekrar geliyoruz diye. Sınıfımızı toplayıp, köydeki bir yaşlı nineden bir çuval da sarı buğday alıp, tekrar düştük kırk kilometre ötedeki değirmen yoluna. Bu sefer iki değil, onbeş kişi idik. Değirmenci bizim orayı ilk ziyaretimizden sonra bir başkasının da bir çuval buğday getirdiğini söyledi satır arasında. Anladık ki yarattığımız dalga etkisini göstermeye başlamış.
Buğdayın, değirmencinin parasını aramızda paylaştık. Kimi unundan aldı, kimi için ise erişte yapacak köyümüzün kadınları, daha uzun süre kolayca koruyabilsinler diye. Tarladan sofraya hikâyenin kahramanı oldukları bir ürün tüketecek bedenleri.
Oranın yamacında organik elma üretimi yapan, bir başka dostu da davet ettik aramıza. Bir sınıf da değirmen bahçesine kuruldu böylece. Sonra unumuzu attık arabamızın terkisine ve döndük kendi köyümüze. Ateşler yaktık o gece dolunayda. Kutladık birlikteliğimizi türkülerle, şiirlerle. Işk ve aşk dile geldi.
Elbet ne kadar eğlendiğimizi anlatmak için yazmıyorum bunları. Sizi kıskandırmak ya da “buralara gelin” demek için de değil. Altını çizmek istediğim şey başka. Sofranıza, evinize, arabanıza, elbise dolabınıza bir bakın. Üretimini bildiğiniz, gördüğünüz, üretenini tanımadığınız ne çok şey göreceksiniz. En temel ihtiyacınız olan ekmekte bile bu böyle. Kolunuzun çok uzun olduğunu düşünün. O kadar uzun ki elinizin ne yaptığını göremiyorsunuz. Domatesi nerden kopartır, buğdayı domuzdan nasıl korur, giydiğiniz gömleğin dokunduğu pamuğu nasıl ağartır bilmiyorsunuz. Ama yiyor, içiyor, giyiyor, kullanıyor, tüketirken tüketiliyorsunuz.
Biz kolumuzu kısaltmaktan yanayız işte. En azından soframızda. Elimizi görebildiğimiz yerden yemeye çalışıyoruz. O ele sarılıp, kucakladığımızda, umudunu yeşerttiğimizde tüketilmiyor, tam tersine karşılıklı olarak mutluluk üretiyoruz. Tıpkı buğdayı aldığımız yaşlı nine, değirmenini bize açan değirmenci, ekmeğimizi yoğuran bacı, peynirimiz için süt sağan, kaynatan, mayalayan komşu hacı teyze, evinin ahşap kokan bir odasını bize açıp, bahçesindeki alaturka tuvaletini bizimle paylaşan köy komşumuzla karşılıklı mutlu olduğumuz gibi.
Yerelde üretileni yerelde tüketmekle, elimizi ne yaptığını bilen bir mesafeye taşıyarak, karbon ayak izimizi de azaltıyoruz. Tükettiklerimizi üretenlerle doğrudan bağlar kurarak, onların da birer insan olduğunu, umutları, arzuları, merakları, sevgi dolu yürekleri olduğunu görmek, yüreğimizi şefkatla dolduruyor.
Bizler artık yediklerimizi market rafında, pırıltılı bir ambalaj içinde sunulan gıda maddesi olarak görmüyoruz. Rızkımızı nimete dönüştüren ellerin sıcaklığını yüreklerinde hissedenler olarak, bir başka dünyaya yürüyoruz el ele. Gelin sizler de kısaltın kollarınızı. Elleriniz yüreğinizle bir mesafede olsun. Kahkahalarınızı duyalım. Mutluluk ekonomisinin hakim olduğu bir dünyada buluşmak üzere.
Yazar: Ayla Seyhun | Sayı 72 | Eylül 2011 | Çarşamba, 28 Eylül 2011 20:35