Evet evet, yanlış duymadınız, bu bir yalandır!
Çünkü kadın şiddeti görmez, şiddeti yaşar. Şiddeti yaşar ama çoğu kez görmezden gelir. Türkiye’de 2011 yılında kadına şiddet olayları hakkında yapılan araştırmada meydana gelen olaylar sonucu, 160 kadının hayatını kaybettiği ortaya çıktı.
Çok önemli olan bu konu hakkında yazarken, herkes gibi yazının tamamında “dünya’da şu kadar, Türkiye’de şu kadar” gibi çok bilindik bilimsel veriler vermeyeceğim. Şu anda bu yazıyı okurken oturduğunuz sandalyenin çevresinde 500 mt’lik bir alan içerisinde duyduğunuz, gördüğünüz ve yaşadığınız olayları hatırlamanız, olayın ciddiyetini zaten yeterince anlatmaktadır.
Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi, kadınlara yönelik şiddeti şöyle tanımlamaktadır. “İster kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma.”
Her tür şiddeti her canlı için dünya yüzeyinden yok etmek, elbette ki en büyük isteğimiz olurdu. Bu ay sizlerle dertleşeceğim konu; fiziksel şiddeti gördükleri halde bu duruma katlanan kadınlardır. Peki, neden katlanılır?
Ahhh ah…
Şimdi ben çok kısa hayat hikâyeleri ile hayatın içine tüpsüz bir dalış yapayım, siz de derin bir nefes alıp ister tutun, ister bırakın. Haydi hayırlısı.
Bakalım Ayşe neler yaşıyor.
Ayşe yirmi beş yaşında genç bir kadın. Üç çocuğu ve bolca dayak yediği bir hayatı var. Çoğu gününü eşinin ona uyguladığı fiziksel şiddeti oluşturduğu acılı bir karnaval ile morlukları ve onların üstünü yıkayan gözyaşlarıyla bitiriyor.
Ayşe der ki: “Ben artık kendimi düşünmüyorum. Biliyorum ki eşim ekonomik sıkıntıdan stres altında. Yeter ki çocuklarım babalarıyla beraber, baba sevgisiyle büyüsünler. Ben çocuklarım için her şeye katlanırım.”
Bu cümle sanırım çoğunuzun buz tutmasına sebep oldu. Hımmm hatta şöyle demiş olabilir misiniz? “Eşine sürekli şiddet uygulayan bir babanın,çocuklarına vereceği sevgi, nasıl bir sevgidir? Böyle bir ortamda yaşayan annenin ve çocuklarının psikolojileri ne kadar iyi olabilir?”
Ve belki de en önemlisi “ tarihin tekerrür etmesi an meselesi” diyorsunuz.
Birçok yetişkinin çocukluk yaşlarında gözlerinin önünde yaşanan ya da bizzat yaşadığı şiddet yüzünden potansiyel bir şiddet meyillisi olacağı bilimsel olarak açıklanmıştır. Demek ki tüm Ayşe’lere kendi inandığı doğrusunun hem ailesi, hem de toplum için psikolojik ve sosyolojik ağır getirilerinin anlatılması gerekmektedir.
Zeynep ablamızı dinleyelim mi?
Zeynep abla elli yaşında iki delikanlı annesi bir kadın ve tam otuz senedir evli. Aile içi şiddeti onun sürekli kanayan tek yarası. Kanadıkça sarıyor, kanadıkça sarıyor. Evlatları büyümüş, evlenmiş ve kendi yuvalarına çekilmişler. Alkol ve dayak sever olan eş, her fırsatta şiddetini Zeynep abladan mahrum etmiyor.
Zeynep abla der ki “ Aman aman ayıptır yaşım olmuş elli. Torun torba sahibiyken bu yaştan sonra millet ne der? Ya da ben millete ne derim? Bir sürü dedikoduya izin verip dillere düşmeye dayanamam, utancımdan yerin dibine girerim.”
Zeynep kadın bu düşüncelere bürünerek, şiddeti en sessiz hali ile yaşamaya devam eder, katlanır ve kendi hükmünü verir “Sus”. Aaaa farkında mısınız? Bu hikâye de toplumun bakış açısından korkuluyor. Korkma Zeynep abla korkma! Elbette ki burada çok büyük bir ayıp var. Fakat bu ayıbın sana ait olmadığı gerçeğini, toplum artık gayet iyi biliyor.
Bir de, kaderin kadersizliğine bakalım.
Kader on sekiz yaşında ve bir senedir evli. Vay ki haline henüz çocuğu olmamış. Çocuğu olmadığı için eksik görülmüş. Aile büyükleri tarafından görülen bu eksiklik Kader’in eşini de etkilemiş. Hatta “ çorak gelin tarlaya çıkmasın, tarlaya da uğursuzluğunu bulaştırmasın” denilmiş. Kalabalık bir aile içinde edilen bu aşağılamalar, eşini utandırıp hırslandırmış. Bunun sonucunda Kader, psikolojik şiddetin yanında fiziksel şiddeti de görmeye başlamış.
Kader der ki; “ Eşim ne yaparsa çok haklı. Ona evlat veremedim, onu utandırdım ve kimsenin yüzüne bakacak hal bırakmadım. O da acısını böyle dindirmeye çalışıyor.”
Şiddeti ve hakareti kendine hak gören bu genç kadın, kendi hükmünü verir “sus”.
Gördüğünüz gibi Kader yaşadığı çevre içerisinde verilen hükümleri doğru bilmiş. Şiddeti üzerine hak ettiği kara bir elbise olarak giymiş ve kendine yakıştığını düşünüyor.
Bu kadar hikâye yeter mi? Belki yetmez diyeceksiniz. Gerçek şu ki; tüm toplum olarak bu konu hakkında artık hikâye anlatmayı bırakmalıyız.
Yukarı da verdiğim örnekleri her tür eğitim, kültür, ekonomik, psikolojik vs anlamında çeşitlendirmek çok mümkün. Sizler de eğitim diyorsunuz değil mi? Elbette ki her şeyin başı olduğu gibi, burada da öyle. Eğitimi yanlış anlayanlar için, şiddeti uygulayan birçok akademisyen olduğunu hatırlatmak isterim. İçimden şöyle demek geldi ve yine içimi tutamayacağım;
“Suyun kaldırma kuvveti elbette ki önemli. Ama en başta insan olabilmeyi öğrenmeli.”
”Bilinmesi gereken en önemli madde; şiddeti hiç kimse için, hiçbir boyutta, hiç bir geçerliliğinin olmamasıdır.
Çare nedir mi diyorsunuz?Ben diyeyim ki: “her mahallede timler kurulsun”, siz deyin ki; “bangır bangır medya bunu kurutana kadar duyursun.” Ama yeter ki; kurum, kuruluş ya da şahıslar el birliği ile bir an önce şiddete kesin çözüm bulsun.
Tüm Kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun.
Tüm dünya’daki her tür şiddetin yok olması da, bu yazıda ki en büyük dileğimiz olsun.