Savaş, küresel ısınma, GDO, nükleer santral, ekonomik kriz, kıtlık… Özellikle son birkaç on yılımızı bu kelimelerle iç içe yaşamayı öğrenmekle geçirdik ve gün geçtikçe bu sözlüğe yenilerini ekliyoruz. “Nereye gidiyoruz?” sorusuna bir cevabımız var mı?
Gittikçe verimsizleşen ve besin alamayacak hale getirdiğimiz toprakları, kendimizi kurtarmak düşüncesiyle hırpalamayı bırakıp, hayatta kalabilmek için doğaya tekrardan kazandırmak durumunda olduğumuz gerçeğini kabul edebilecek miyiz?
Ya da şöyle sormalıyım: Bizden sonraki kuşakların yaşamlarını teminat altında tutabileceğini iddia eden bir çözüm önerisi olan var mı?
İlerleyen teknoloji mi?
Genetiği değiştirilmiş tohumlar mı?
Haplar mı?
Sanayileşme mi?
Konvansiyonel tarım mı?
Belki de başka bir gezegen?
Ya “Sürdürülebilir yaşam” dersek?
Son senelerde pek çok şirket arasında da ‘moda’ olan bu tâbir, gün geçtikçe yaşamlarımıza daha da yakın durmaya başlayacak, zira şu an için insanlığın gidişâtına bakarsak tek çözüm de bu gibi görünüyor.
‘Bir sistem en az kendi ömrü boyunca bakımı için, ve ömrünün sonunda da yenilenebilmesi için gereken enerjiyi üretebiliyorsa’ bu sisteme “sürdürülebilir” diyoruz; başka bir ifadeyle ‘daimi olma yeteneği’ diyebiliriz.
“Sürdürülebilir bir toplum, ihtiyaçlarını gelecekteki nesillerin beklentilerini yok etmeden karşılayan toplumdur.” (Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi)
Neden sürdürülebilir bir yaşama ihtiyacımız var?
Kısacası, insan ırkı olarak dünyanın ürettiklerini, doğanın temin edebileceğinden daha kısa bir sürede çok başarılı bir şekilde tüketiyoruz, ve bu yüzden sürdürülebilir bir ekonomiye, sürdürülebilir enerji kaynaklarına, sürdürülebilir tarıma, yani sürdürülebilir bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Günümüz yaşam koşulları, hepimizin de gittikçe farkına vardığı üzere tam anlamıyla “tüketim” üzerine oynuyor kartlarını. Teknoloji, modernize ettiği yaşamlarımızı kendisine muhtaç bırakmaktan başka bir amaç gütmeye dursun, özellikle şehir insanları olarak kendi kendimize yetemez durumda, tabiri caiz ise “âciz” bırakıldık; Lâkin hiç tükenmeyeceğini düşündüğümüz her şey gün gelip tükenecek, ki bunların en başında yer alan kaynaklardan biri de petrol. Çok kolaylıkla araba satın alıp depomuzu hiç düşünmeden doldururken, bir litre petrolün arabalarımızın deposuna gelene kadar geçen süreçte neleri tükettiğinin farkında dahi değiliz. Ancak dediğimiz gibi, petrol tükenmeye ve tüketmeye devam edecek, peki siz ne yapacaksınız? Daha başka bir yol yok mu? Alternatif enerji kaynaklarını yaşamlarımıza uyarlamak hiç mi mümkün değil?
‘Sınıf’lar arası gittikçe büyüyen farkı bertaraf edecek ekonomik ya da sosyal bir oluşum göremiyoruz politikacılardan ne yazık ki, ve şu andan itibaren daha da büyümesi beklenen bu fark pek çok olumsuzluğa yüzümüzü çevirmek zorunda bırakacaktır bizi hiç kuşkusuz. İnsanlar yeterli sağlık koşullarına sahip değilken, temiz gıda ve temiz havaya, yeterli barınağa ulaşamıyorken “ileri teknoloji” mutluluk getirmeyecek insanoğluna. Her şey son bulmadan, daha doğrusu geç olmadan yapılabilecek şeyler var, ve artık bu kavramı Türkiye’de de daha somut yerlere taşımak zorundayız.
Kendi kendine yetebilen topluluklar hiç mi mümkün değil?
İsmine hala alışamadığım ‘AVM’lerden edindiğimiz onca öte beriye gerçekten muhtaç mıyız?
Ya hiçbir şey bildiğimiz ya da bize öğretilen gibi değilse?
Sabitlenmiş ve ‘muktedir’ sistemin içerisinde barınmaya çalışan pek çok insanla karşılaşıyorum her gün, ve şu soruyu soruyorum:
“Mutlu musun?”
Cevap basit:
“Hayır, ama başka seçeneğim yok ki. Burada değilse nerede nasıl yaşarım?!”
Açık olan şu ki, insanlar bir şeylerin iyi gitmediği konusunda hem fikir, ancak ne yapacağını bilmiyor. Yoğun iş ve şehir yaşamı koşullarında boğulan toplumların bir çıkar noktası olması gerekiyor; aksi takdirde mutsuz, sağlıksız, umutsuz bir toplum olması kaçınılmaz olur. Hiçbir yere gitmek zorunda hissetmemeli kimse, aksine olduğu yerde en huzurlu halde yaşamını sürdürebilmeli. Kalabalık şehir yaşamı bize nefes aldırmıyor olabilir, ancak bunu tersine çevirmek imkânsız değil. En azından toplum olarak yapabileceğimiz şeyler var diyebiliriz.
Özellikle Amerika, İngiltere, Tayvan ve İngiltere’de gündeme taşınan ve ‘kent bahçeciliği’ ile de daha toplumsal yönlü çalışmalarla desteklenen pek çok proje yerini alıyor. Toplum refahını düşünen politikacıların da destek verdiği bu oluşumlar gün be gün hız kazanıyor ve ürün vermekle kalmıyor, insanların sosyalleşerek bir toplum haline gelmelerine de yardımcı oluyor; dahası, araştırmalara bakılırsa suç miktarının da azalmasına neden oluyor.
Kent bahçeciliğinin yararları
- Taze sebzelerde, antioksidan miktarı, beklemiş olana göre çok daha fazla. Temiz bir topraktan koparıp yediğiniz yeşillik daha sağlıklı bir yaşam sürmemizi sağlıyor.
- Evsel atıklardan kompost üretilip, gübre olarak bahçeye verilmesi, şehir çöplüklerinin vaktinden erken dolmasını önlüyor.
- Şehirlerde oluşturulan her yeni yeşil alan, yağmuru kendine çekiyor ve kuraklığı önlüyor, barajlarda su seviyesinin artmasını sağlıyor.
- Kent bahçeleri toprağın su çekme miktarını arttırarak, selleri ve evlerin su baskınına uğramasını önlüyor.
- Kente gelen sebze-meyve miktarı azaldığı için, daha fazla fosil yakıtın kullanılmasına gerek kalmıyor ve iklim değişikliğinin önlenmesine katkı sağlıyor.
- Yeşillik demek, temiz hava ve daha fazla oksijen demek. Kent bahçeleri şehrin havasının temizlenmesini sağlıyor.
- Her geçen yıl azalan tarım rekoltesinin artmasını, daha fazla sebze-meyve üretilmesini sağlıyor.
- Çocukların ve gençlerin toprakla tanışmasını, hasadı öğrenmelerini ve çevreyi sevip-korumalarını sağlıyor.
- Emekli ve yaşlı şehirlilerin toprakla uğraşması, boş zamanlarının değerlenmesini, kendilerini yararlı hissetmelerini ve beden sağlıklarının yerine gelmesini sağlıyor.
- Aynı semtte kent bahçesi olan hemşerilerin birbirleriyle tanışması, deneyimlerini paylaşması, sosyalleşmelerini, komşuluk ilişkilerinin gelişmesini sağlarken birbirlerine yabancılaşmalarını önlüyor.
- Özellikle dar gelirlilerin gelirlerinin % 20 ile % 40 ı beslenmek için harcanırken, kent bahçeleri sayesinde aile bütçelerine önemli bir katkı sağlıyor.
- Bahçelerden hasat edilen ürünlerin fazlası, ihtiyaç sahibi komşulara, yatılı okullara-yurtlara, çocuk esirgeme kurumlarına vb verilerek, şehirlilerde yardımlaşma duygusunun oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlıyor.
Konu toprak ve tarıma gelince maalesef bir durmak gerekiyor. Konvansiyonel tarımın yol açtığı hasarı tersine çeviremesek bile şu an, yeniden başlamak için iyi bir zaman. Kendi kendine yetebilen topluluklar oluşturmak ise tüketimi azaltacağından dolayı tarım alanlarının yenilenmesi ve etik değerlere uygun bir şekilde ürün alımı yapılması için uygun aralığı yaratacaktır. Yoğun bir şekilde ekilmiş 10m2’lik bir bahçede 1 aileye tüm yaz yetecek sebze üretilebilir, ve bu gerçeği özellikle şehir yaşamına uyguladığımız takdirde sürdürülebilir bir toplum oluşturmamak için hiçbir bahanemiz olamaz.
“Kentler, bir ekosistemin yapacağı şeyin aynısını yapmalıdır: enerjisin çoğunu bakım ve onarıma, azını ise gelişime harcamalıdır.” (Ernest Callenbach)
Konu sürdürülebilir yaşam ve yenilenebilir kaynaklar olunca elbette ki altı çizilmesi gereken diğer bir konu da şirketler. Sürdürülebilir bir toplum olabilirsiniz, topluluklarla başınızın çaresine bakmak için gecenizi gündüzünüze katarsınız, ancak tüm boş vermişliğiyle tüketim toplumu yaratmaya çalışan şirketler için ne yapacaksınız?
İncelediğim kadarıyla son yıllarda “Sürdürülebilirlik Raporu” ile ilgilenen ve bu konuya hassasiyet gösteren büyük şirketler çoğalıyor.
Neden Sürdürülebilir yaşam? Neden Şimdi?
Sürdürülebilirlik kavramının şirketler açısından bu kadar ön plana çıkmasının bir çok nedeni vardır:
- Şirketler uluslararası organizasyonlar haline gelmeleri onlara toplumsal ve çevresel sorumluluklar da yüklemekte,
- Yatırımcılar yatırım kararları alırken şirketlerin sadece finansal performanslarına değil aynı zamanda sosyal ve çevresel performanslarına da bakmaktadır,
- Tüketici bilinçlenmesi belki de günümüzde şirketleri bu alanda davranmaya iten en önemli neden olmakta,
- Üretilen ürünler ve hizmetlerin toplumun geneline ve çevreye olan etkileri artık önemli bir konu haline gelmiştir,
- Küresel düzeyde meydana gelen iklim değişikliği gibi çevresel felaketler de tüm iş dünyasını bu konularda duyarlı olmaya zorlamaktadır.
Etik Yatırım Hareketi nedir?
Permakültür’ün kurucusu Bill Mollison, şirketlerin uygulaması gereken ‘Etik Yatırım Hareketi’nin şu yönde olması gerektiğini söylüyor:
- Doğal kaynakları koruyan ve atıkları veya enerji kullanımını azaltan
- Biyolojik ilaçlar veya tehlikeli seviyelerde kirletici maddeler içermeyen temiz gıdalar üreten
- Yeniden ağaçlandırma faaliyetlerine dahil olan
- Enerji tasarrufu yapan ev ve köyler inşa eden
- Temiz ulaşım ve enerji sistemleri geliştiren
- Kooperatifler, serbest meslek girişimleri ve gelir paylaşımlı sistemler kuran
- Dayanıklı, akla yatkın, faydalı ve gerekli ürünler üreten
Sadece şirketler değil, siyasetçiler de ön planda duruyor bu konuda. Toplum olarak yapmamız gereken talep etmek, hakkımız olan sağlıklı besini ve havayı, barınak ve sosyal yaşamı istemektir. Güvenli ve sağlıklı bir topluluk içerisinde yaşamak herkesin hakkıdır, ve bunu gerçek kılacak olan da toplumun kendisidir. Bill Molison bu konuda şöyle diyor:
“Etkin bir şekilde eyleme geçmemizi engelleyen tek şey kent otoritelerine olan pasif bağımlılığımızdır.”
Ciddi boyutta bir kıtlık krizi dünyayı hazırda bekliyor!
Evet, bu doğrudur. Bize sunulan gıda ya da hizmetlerle “yetinmek”, zararlı olduklarını bile bile ziraî ilaçlarla donatılmış sebze ve meyveleri mutfağımıza sokmak bizim seçimimizdir. Bu konuda en çok karşılaştığım soru şu: “Tamam da, marketten almazsam nereden alacağım domatesi biberi? Bahçem yok ki kendim yetiştireyim!” Haklısın, lâkin sen bunu kabul etmişsin; başka bir seçenek olmadığı gerçeğiyle yaşamayı seçmişsin.
İşte toplumlar bu şekilde dizginleniyor ve sağlıksız hâle geliyorlar kanımca. Küba, ekonomik krize karşı organik sebze bahçeleri ile cevap verirken, ya da Amerika’da terk edilen arazilerin işgâli ile alanların kent bahçelerine dönüştürülmesi söz konusu iken biz neden çabalayalım, değil mi? Ancak iş bildiğimiz gibi değil, zira tükenen kaynaklar ve üretkenliğini yitirmesine neden olduğumuz tarım alanları ile daha fazla yaşamlarımızı devam ettiremeyeceğimiz, ve en kötüsü de ciddi boyutta bir kıtlığın ve krizin tüm dünyayı hazırda beklediği de büyük ve çetrefilli bir gerçek.
“Belediyelerin geri dönüşüm sistemini kullanmamalarının hiçbir mazereti olamaz… Atık suları ve katı çöpleri geri dönüştürecek siyasetçileri seçmek ve çöp üretmeyi teşvik eden, yani ‘dünyaya bir bedel ödeten’ belediyeleri seçmemek bu vergileri ödeyen vatandaşlara kalmıştır.” Bill Mollison
Belediyelere, muhtarlara taleplerimizi sunarak, ya da mahallelerde topluluklar oluşturarak bunu olası kılmak mümkün. Böylece, belediyeler de bilinçlenmiş olacak ve kendi uygulayabilecekleri yöntemler hususunda araştırma ve yapmaya yönelebileceklerdir diye umuyorum.
Sonuç olarak, daha yaşanabilir bir toplum için sürdürülebilir ve yenilenebilir alanlara ve fikirlere artık yakın durmak kaçınılmaz.
5 Aralık Dünya Toprak Günü: İnsan ve Toprak ilişkisi
Türkiye’de Kırsala Dönüş Projesi