Gabriel García Márquez: Anlatmak için Yaşamak… “Geçmiş zaman olur ki /Hayali cihan değer / Bir an acı duyar insan belki / Sevmişse biraz eğer / Anlar ki geçenlerin / Rüyaymış hepsi meğer / Rüya olsa bile o günlerin / Hayali cihan değer…” der, güfte ve bestesi kendisine ait bir tangosunda Necip Celal Andel geçmiş zaman için.
Gabriel García Márquez: Anlatmak için Yaşamak
Tangodaki gibi midir sizce geçmiş zaman? Hayali bir cihana bedel midir? Yoksa benim geçmişle işim olmaz diyenlerden misiniz? O durduğu yerde dursun, ben “hâl” imden memnunum mu diyorsunuz? Her iki tercihinize de eyvallah diyebilirim, aslında. Ancak bana geçmişe kayıtsız kalmanın sırrından bir nebze olsun fısıldamanız şartıyla…
İnsanoğlu çoğu kez unutur yaşadıklarını… Unutmasa da yadsır kötü yaşam dilimlerini. Güzel olanlarını anımsamaya çalışır daha çok. Çünkü acıları anımsamak; yine, yeni acılar yaşamak kadar zor gelir insana. Oysa yaşadıklarımız, hâlâ hatırlayabiliyorsak, çok yakınımızdadırlar.
Bizden hiç mi hiç uzaklaşmamışlardır. Sadece, neşeleri, hüzünleri, bizden alıp götürdükleri, azalmıştır biraz belki. Belki de eskimişlerdir biraz. Yaşadıklarımızın nitelikleri ne olursa olsun, onlarız aslında biz. Bizi ömür dediğimiz bu dünya hayatında var kılan onlardır. Nasıl inkâr edebiliriz, nasıl yok sayabiliriz onları? Biz gidince eserlerimiz yoksa, geride bıraktıklarımız, anılarımız olacaktır.
Bu yazımda sizlere 1982 Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez‘in anılarından oluşan, orijinal dilinde Vivir Para Contarla adıyla 2002 yılında yayınlanmış; dilimize, ilk kez 2005 yılında Anlatmak İçin Yaşamak adıyla Pınar Savaş’ın Türkçesiyle aktarılan ve Can Yayınlarınca 2011 Mart’ında 7.baskısı yapılan anılar kitabından söz etmeyi düşünüyorum…Eser 575 sayfa.
Marquez’den neler okudunuz? Ne kadar tanırsınız?
Bilemiyorum, ancak size kısaca kendisinden ve eserlerinden söz etmeyi düşünüyorum. Gabriel García Marquez, 6 Mart 1928 Kolombiya Aracataca doğumlu. Hukuk ve gazetecilik öğrenimlerini yarım bırakmış. 1940’lardan başlayan gazetecilik serüvenini uzun yıllar devam ettirirken bir yandan da öyküler yazmaya başlamış. (Bu serüvenin detayları yazarın anılarında mevcut.) İlk önemli kitabı Yaprak Fırtınası ile tanınmaya başlayan yazar, Albaya Mektup Yok, Hanım Ananın Cenaze Töreni, Şer Saati romanları ile adını daha da geniş bir kesime duyuracaktır.
1967’de, türünün en iyilerinden kabul edilen, Yüzyıllık Yalnızlık romanıyla bu alandaki gücünü ve ününü perçinledi…Bundan sonra, sırasıyla, İyi Kalpli Erendira, Mavi Bir Köpeğin Gözleri, Başkan Babamızın Sonbaharı, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk ve Labirentindeki General gibi romanlarını yazdı.
Eseri dilimize kazandıran Pınar Savaş’tan da söz etmeden geçmeyelim.1966 İstanbul doğumlu. Saint Benoit ve Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü mezunu. İspanyolca ve İngilizce çeviriler yapıyor, çeşitli gazete ve dergilerde kitaplarla ilgili makaleler ve tanıtım yazıları yazıyor. Türkçeye çevirdiği yazarlar arasında, Marquez dışında, Eco, Fuentes, Sabato, Makiya, Maria ve Serrano da var.
Anlatmak İçin Yaşamak, hayat ve onun anıları hakkında hikmetli bir sözle başlıyor:
“İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”
Bu sözden sonra, ister istemez şöyle düşündüm: Bu anılarda acaba kurmaca bir şeyler de var mıdır? İşin içine kurmaca da girmişse, ne kadar girmiştir? Mesela bir roman kadar mıdır? O zaman bu esere, ne kadar anı kitabı diyebiliriz? Bütün bu soruların cevabı benim işim değil. Bu konu hem ülkemizde, hem de dünyada var olan Marquez uzmanlarının işi olsa gerek.
Anılar, yazarın annesi ile birlikte, çocukluğunun geçtiği, Aracataca’daki evlerini satmak için, yola çıkmalarıyla başlıyor.
Yazar, bu yolculuk için “İki günlük o masum yolculuğun benim açımdan böylesine belirleyici olacağını, en uzun ve gayretkeş yaşamım bile onu anlatmaya yetmeyeceğini ne annem bilebilirdi ne de ben. Şimdi, iyi yaşanmış bir yetmiş beş yılın ardından, bu yolculuğun yazar yaşamımda aldığım bir sürü kararın en önemlisi olduğunu biliyorum. Bu şu anlama gelir: Bütün hayatımın en önemli kararı.”
Yazar, bu noktadan itibaren çocukluğuna dönecek. Mazide uzun süre kalıp, annesinden, dedesinden, ninesinden, Aracataca’nın zengin günlerinden, evin zenginliklerinden, renkli kişilerinden, dedesinin maceralarından, düelloda öldürdüğü düşmanından, memleketini değiştirip Aracataca’ya gelişinden, anne- babasının zorlu aşklarından ve sonunda birbirlerine kavuşmalarından uzun uzadıya çeşitli geri dönüşlerle bahsedecektir kitap boyunca.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra, yazarın diğer eserlerini de okursanız eğer, şunun farkına varacaksınız: Yazarın kurmaca eserlerinin çoğu yaşamından kaynaklanıyor. Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk’ta bazı olayların anılarda anlatıldığına tanık oluyorsunuz. Ancak, yazar bunları öylesine muhteşem işliyor ki hayran kalıyorsunuz.
Özellikle Kırmızı Pazartesi’nin beni büyülediğini söyleyebilirim. Yazar, bir çeşit namus cinayeti diyebileceğimiz bir olaydan bir şaheser yaratmış. Anılar kitabı, bize aynı zamanda yaşanmışlıkla kurmaca arasındaki farkı da çok belirgin bir şekilde ortaya koyması açısından önemli…
Şunu belirtmeden de geçmeyeyim: Marquez’i iyi okursanız, “Büyülü Gerçekçilik” in birilerinin iddia ettiği gibi “büyüklere masallar” olmadığını daha kolay anlarsınız.
Bu büyük ustanın artık hatırlamadığını kardeşi Jaime García Marquez’in ağzından duyup da üzülmemek mümkün değil. Marquez, bugün hatırlamayabilir, ancak dünya var olduğu müddetçe, insanlık onun büyülü dünyasını ve onu her zaman hatırlamaya devam edecektir. Ben buna candan, gönülden inanıyorum.
Yazımı, yazarın anılarından “çocukluğumun en çarpıcı hikâyesi” diye nitelendirdiği bir alıntıyla bitiriyorum:
“Sokakta başıma gelen her şeyin evde büyük bir yankısı olurdu.Evdeki kadınlar trenle gelen yabancılar hakkında hikâyeler anlatır, onlar da beraberlerinde anlatacak başka öyküler getirirler, hepsi birden sözlü geleneğin kasırgasına katılırlardı.
Bazı olayları ilk kez karnavallarda şarkı söyleyen akordeonculardan duyardık, yolcular da bu hikâyeleri yeniden anlatır ve zenginleştirirlerdi. Çocukluğumun en çarpıcı hikâyesi bir pazar günü çok erken bir saatte, ayine gitmeye hazırlanırken ninemin öylesine ettiği bir cümleyle başladı: ” Zavallı Nicolasito, Hamsin Yortusu’nu kaçıracak !”
Daha keyifli bir şey yapacağımıza memnun olmuştum, çünkü Pazar ayini benim yaşımdaki bir çocuk için fazla uzundu, ayrıca Rahip Angarita’nın daha küçükken çok hoşuma giden vaazları da uykumu getiriyordu.Ama bu boş bir hayalmiş, çünkü dedem beni neredeyse sürükleyerek Belçikalı’nın işliğine götürdü, üzerimde apışarası fazla dar gelen yeşil kadifeden Pazar giysim vardı. Polis memurları dedemi ta uzaktan tanıyarak bildik törensel formülle kapıyı açtılar: “Buyrun Albay.”
Ancak o zaman Belçikalı’nın altın siyanürü çözeltisi buharı soluduğunu öğrendim.Sinemaya gitmiş, Erich Maria Remarque’ın romanından uyarlanan, Lewis Milestone’un çektiği Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı filmi izlemiş, sonra evine dönüp köpeğiyle paylaşmıştı zehri….
Yanında, küçük bir ahşap komodinin üzerinde içinde siyanürü buharlaştırdığı tas ve kurşunkalemle yazılmış bir not vardı. “Kimseyi suçlamayın, kaçığın biri olduğum için intihar ettim.” Dedemin halletmek için on dakikadan fazla zaman harcamadığı yasal formaliteler ve cenaze öncesi yapılması gerekenler konuşuldu.Benim içinse, yaşamımın en etkileyici on dakikası oldu kuşkusuz…..
Evden çıktığımız zaman dedeme, ” Belçikalı artık satranç oynayamayacak.” dedim.”