Yaşamı şükranla kabullenebilmek, sizi çevrenizde var olan karmaşa, acı, yas, öfke, depresyon duygularından çok farklı bir vibrasyonda tutacağından, onlardan etkilenmeden varoluşun keyfini çıkartabilirsiniz diyorlar. Bunu ne kadar yapabiliyoruz dersiniz?
Acı, yas, öfke vb. hallerine giren kişi, bu örtülerinden soyunmuş mudur ki, yaşamı şükranla kabul edebilsin? Tüm bu haller aralıklarla geliyor her birimize. Anlık tepkiler, anlık düşüşleri getiriyor. Beklentilerimiz var.
Niye beklentiler içine giriyoruz?
Beklentilerimiz giderildiğinde de yine doyum bulmuyor, kendimize yeni beklentiler yaratıyoruz. Egonun oyunları içinde kaybolup, kendimizi bulamıyoruz. Oysa aradığımız ‘kendimiz’ iken, niye saklıyoruz, saklanıyoruz? Kendimizle bir çeşit oyuna mı giriyoruz yoksa? Ara-bul oyunu! Yine izleyiciyim kendime… Ben kimim?
Sen kimsin ve neden kendinle bu oyuna giriyorsun? ‘Kendin’ sandığın rollere giriyorsun. Sen rollerin misin? Geçen gün okuduğum bir yazıda şöyle anlatılıyordu; alışverişe çıktığımızda bir dükkana girdiğimiz anda müşteri rolüne giriyoruz. Bizimle ilgilenen mağaza görevlisi de, tezgahtar rolünde.
Kalıplaşmış cümlelerle biribirimizle ilişki kuruyoruz. Samimi bir ilişki değil bu. Sahte, rollerimizin gereği bir iletişim. Oysa biz ne müşteriyiz, ne de tezgahtar. Bilinçli insanlar olarak ne yapıyoruz, içten, samimi bir iletişime girebiliyor muyuz? Aslında her defasında ertelediğimiz kendimiziz. Üzerimize kat kat örtüler dolayarak kendimizi, saklıyor, sonra yine kendimizi arıyoruz. Bu nasıl bir çelişki?
Kendimiz olmayan o örtüleri fark ettiğimiz anda soyunmak kalıyor geriye. İşte o anda, varoluştaki en basit şeyi yapıyoruz… ‘Kendimiz olmak!’
Tüm o toplumsal fikirler, haller ‘Biz’ değiliz. Ego bizi zihnin tuzaklarına götürür. Bir çeşit cehennem. Kendi kendimize bu cehennem çukuruna kendimizi düşürüyor, sonra da acı içinde yanıp, kıvranıyoruz. Egoyu farkedebildiğimizde ise, cennet yanı başımızda tüm ihtişamıyla bize hizmet için oradadır.
Güzelliğin tadını çıkarmak, zevkle, keyifle yaşamak, sevinç ve coşku içinde olmak. Doğamız bu. Ve bizim, ‘biz’ olmayan rollerde, mutsuzluk tuzaklarında işimiz ne? Bu kadar hafif olabilecekken tüm o örtüleri neden taşıyoruz? Kendinin, kim olduğunun bilinci özgürleştirici. Anda bunun farkında varabilirse, açık bir bilinçle, uyanık zihinlerle olabilirse insan, egonun tuzaklarına da düşmez.
Mutsuzluk, acı, öfke… Bunlar gerçekte var mı? Ya da tüm bunlar ‘biz’ miyiz?
Birisi olmaya çalıştıkça nasıl kendimiz olarak kalabiliriz ki? Öyleyse tüm bu roller içinde sen hangisisin? Ben kimim? Çok özel biriyim. Çünkü ben eşsizim, değişiğim, güzelim vs. Kim değil ki?
Peki ya hiçbiri olmak? Kim hiçbir şey olmak ister? Nasıl gözden kaçırıyoruz varoluşun o doğallığını? Sürekli bir şey olmaya çalışarak yaşamlarımızı yaşanmaz hale getiriyoruz. Sonra da tüm bu ağırlıklar, yükler altında eziliyoruz. Bir yere, bir şeye ait olmak, öyle tanımlanmak bize hoş geliyor. Güya öyle olmayanları itiyoruz. Ne hakla? Bunca aklımızla, zekamızla övünürken bir illüzyon pelerinini örtüyoruz üstümüze kendi ellerimizle ve açmayı aklımıza bile getirmiyoruz.
Çocukken büyüklerimiz bize sürekli şöyle ol, böyle ol, iyi ol, terbiyeli ol, uyumlu ol, nazik ol, temiz ol, hanımefendi, akıllı kız ol, iyi bir eş ol, anne ol, evlat ol, hakim, savcı, avukat ol, doktor, vali ol, hep en iyi, en güzel ol ol, ol, ol ol…
Tüm bunları olmaya çalışmaktan kendimiz olamadık!
Peki, ya ne zaman ‘kendimiz’ olacağız?
İnsanların Kişisel Genetik Bilgilerine Erişimi