Türkiye, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan süreçte 1999 yılında AB’ye aday ülke olarak kabul edilmiş, 2005 yılında ise tam üyelik müzakerelerine başlamıştır.
2005 yılındaki bu gelişme sonrası Türk Toplumu’nda Avrupa Birliği üyeliğine dair oluşan iyimserlik ve inanç şu ana kadar yürütülen müzakerelerin ardından oldukça sarsılmış ve geriye doğru gitmiş durumdadır. Bunun yanı sıra Hükümet nezdinde dahi bir yön tayini ve alternatif birlik arayışları da gündeme gelmektedir. Öncelikle Avrupa Birliği’ nin ne olduğunu anlamaya çalışıp, bu birliğe bir bakış atmakta fayda olacaktır.
Avrupa Birliği, kendisini barış ve refah için birlikte çalışmaya kararlı demokratik Avrupa ülkelerinden oluşan bir aile olarak tanımlamaktadır.
Bu ailenin içerisine girmek için de belirli kriterleri yerine getirmek ve Topluluk Müktesebatı’na uymak gerekmektedir. AB, bir Hristiyan Kulübü müdür? Türkiye, ne kadar Avrupalı’dır? AB, Fransa – Almanya eksenine sıkışan bir oluşum mudur? Birlik, genişleme sürecinden daha güçlü mü çıkacaktır, yoksa bu büyüme bünyelerini mi bozacaktır? Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabı tartışmaya açıktır.
AB üyeliği için siyasi, ekonomik ve Müktesebat ile ilgili kriterler başı çekmektedir. Siyasi kriterler; Kurumsal İstikrar, Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü, İnsan Hakları ve Azınlıklara Saygı olgularını içermektedir. Ekonomik kriterler ise fiyatların pazar kuralları ile belirlendiği ve mülkiyet haklarının yasalarla korunduğu bir Pazar Ekonomisi ile AB içerisindeki rekabet baskısına ve pazar kurallarına dayanabilme kapasitesini yani ekonominin adapte olma açısından yeterli derecede güçlü olmasını amaçlar. Topluluk Müktesebatı’nın benimsenmesi kriteri ise üyelik yükümlülüklerinin yerine getirilebilme kabiliyeti ve parasal birliğin amaçlarına bağlılığı ifade etmektedir. Üyelik sürecinde 90.000 sayfa yasal belge ortaya çıkmaktadır. Bunlar; temel prensipler ve değerler, pazar yönetmelikleri ve yönergeler gibi unsurları içermektedir. Bu yasal belgelerin hepsine AB jargonunda “Topluluk Müktesebatı” (Acquis Communautaire) denmektedir. Aday ülkelerle katılım müzakereleri çerçevesinde Müktesebat müzakere edilemez. Bu da, bir aday ülke ulusal mevzuatının önemli bir kısmını buna adapte etmek zorunda demektir. Müktesebat 35 fasıl başlığından oluşmaktadır. Peki biz, müzakere sürecinde bu fasılların neresindeyiz?
35 başlık içerisinden açılmış olan 14 başlığın sadece 1’i kapanmış ve 8 başlık ise kısmen askıya alınmıştır. Avrupa Komisyonu’nun değerlendirmesinde 19 başlık için “Hayli Çaba Gerekli”, 4 başlık için ise “Kayda değer Çaba Gerekli” izlenimi mevcuttur. Yani Müzakere Süreci öyle yavaş ilerliyor ki, aslında müzakere edilmiyor, müzakere ediliyormuş gibi davranılıyor, denilebilir.
Müzakere Çerçeve Belgesi, yapılacak müzakerelerin “ucu açık” olmasını öngörmüştür. Üyelik tahakkuk etse bile serbest dolaşım, tarım gibi alanlarda Türkiye’nin büyük ve ciddi menfaatler sağlamasının önü kesilebilecektir. Ayrıca bugün pek çok Avrupa ülkesinde Türkiye’ nin AB üyesi olmasına karşı ciddi bir kamuoyu oluşmuş durumdadır. Müzakereler tamamlansa bile üye devletlerin Türkiye’nin üyeliğini onaylamamaları ihtimali mevcuttur. Fransa ve Avusturya konuyu referanduma götürme kararını daha şimdiden almış bulunmaktadırlar. Kıbrıs Meselesi kendi lehine çözülmeden Kıbrıs Rum kesiminin ve Ege sorunları kendi lehine çözülmeden Yunanistan’ ın Türkiye’nin üyeliğini onaylamaları beklenmemelidir. Bu gidişatla üyelik tarihinin 2021 yılından sonraya sarkabileceği gözardı edilmemelidir.
Bu karamsar tablo ile jeopolitik konumunun rüzgarları Türkiye’yi farklı yönlere doğru savrulmaya itmektedir. Çin, Rusya, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ ın içerisinde bulunduğu Şangay İşbirliği Örgütü de, bu yönlerden birisi olarak gözükmektedir, ancak muasır medeniyete ulaşmada pek gerçekçi bir hedef olarak durmamaktadır.
Ağır aksak ilerleyen Avrupa Birliği yolunun oldukça çetin ve zorlu virajlarla dolu olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak bizlerin de kendimize sormamız gereken soru şudur: “Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri öncelikle biz, kendimiz için yerine getirmemeli miyiz? Yani tüm bunları içeren, özgür ve mutlu bireylerin bulunduğu bir ülke düşlemiyor muyuz? Gerçekten istiyorsak, AB ile müzakereye takılmaya gerek yok, kendi müzakerelerimizi başlatalım. Daha iyi, daha güçlü, daha mutlu bir ülke olmaya çabalayalım.”
Siyasi sorunlarını çözen, ekonomik olarak güçlenen ve odağına insanı koyan bir ülkenin bulunduğu yer neresi olursa olsun, zaten belli hedeflerine ulaşmış olacaktır. Türkiye, duracak bir yer ve yön arıyor veya zaman zaman bunu gündemine alıyor gözüküyor. Oysa duracağı yer açıkça bellidir. Demokratik gelişimini sürdürmek, üretmek ve modern bir ülke haline gelmeyi amaçlamaktır o yer.
Peki Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye hiç mi ihtiyacı yok? Yaşlı kıta Avrupa’nın nüfusu gün geçtikçe daha da yaşlanmaktadır. Nüfusu azalan hiçbir ülke medeniyetini koruyamaz. Avrupa Birliği, sadece ekonomik ve finansal sorunlarla değil; ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı gibi sorunlarla da boğuşmaktadır. AB ya bir Hristiyan Kulübü olmaya devam edecek, ya da yanı başında duran yiğit bir delikanlıya kollarını açacaktır. Belki de Türkiye’ yi kabul edip etmeme iradeleri ile kendi birlik geleceklerine de karar vermiş olacaklardır…
Yararlanılan Kaynaklar:
* “Türkiye İçin AB Üyelik Müzakereleri Süreci”, Sunuş: Hansjörg Kretschmer, Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu, 2006
* “Avrupa Birliği İle İlişkilerin Geleceği”, Seyfi Taşhan, Dış Politika Enstitüsü, 13.10.2006
İlgili yazılar:
Nedir bu Avrupa Avrupa Dedikleri?