Bu ayki konumuz: Sen, ben, o değil biz, siz, onlar hiç değil… Bu ayki konumuz; Tüm Dünya! Şimdi bir kelime oyunu yapalım ve kelimelerin yerlerini değiştirelim. Dünya Tüm! ‘Ne değişti’ derseniz bence çok şey değişti. Sizce hala dünya ‘tüm’ mü? Keşke sadece değişen şey kelimelerin yerleri olsaydı. Bu gibi küçük oyunlarla her şeyi birkaç saniye içinde halledebilirdik. Ama ne yazık ki burada değişen şey, çok büyük.
Dünyanın en büyük çevreci kuruluşlarından bir olan Greenpeace’in Türkiye Şubesi ile görüştük. Pek çoğumuzun bildiği fakat pek umursamadığı konular hakkında bir hatırlatma yapalım istedik. Hepimiz nefes alıyoruz ama ciğerlerimize oksijen yerine ne çekiyoruz ya da çekeceğiz? Hepimiz besleniyoruz ama neyle besleniyoruz? İnsanoğlu olarak bedenimize bakıyoruz. Bir dakika! Bu son cümle çok doğru olmadı, düzeltelim. İnsanoğlu olarak bedenimize baktığımızı düşünüyoruz. Peki ya dünya? Dünya da nefes alıyor. Dünya ciğerlerine oksijen yerine neyi çekiyor ve neyle besleniyor?
Hem dünya, hem de insanoğlu için bu vazgeçilmez iki unsur hakkındaki soruların cevaplarını Greenpeace Türkiye’de aradık. Greenpeace Türkiye’nin İletişim Sorumlusu Gülçin Şahin, hepimizi fazlasıyla ilgilendiren tüm gerçekleri gözler önüne serdi.
Röpörtajımıza başlıyoruz ama lütfen dikkat! Bu bir masal değil gerçektir. Havada aşk değil, radyasyon kokusu var!
[divider]
Röportaj: Serpil Çavuşoğlu
Gülçin Hanım Greenpeace nedir bize anlatır mısınız?
Greenpeace, çevresel yıkımı durdurmak için mücadele eden, dünyayı tehdit eden en önemli çevre sorunları üzerinde çalışan ve çözümler öneren uluslararası bir çevre kuruluşudur. Greenpeace, kampanyalarını yürütürken barışçıl, doğrudan eylemler gerçekleştirir, yetkililerle görüşür, uluslararası anlaşmalara gözlemci olarak katılır, lobi faaliyetleri yapar, seçenekler ve çözümler üretir, bu konuda çalışmalar yapıp, onları raporlar, basın toplantıları vb. yöntemler ile kamuoyuna sunar.
Greenpeace’in genel merkezi Hollanda’da!
Bize kuruluş tarihi, amacı, kimlerden oluştuğu ve sistemin nasıl işlediğine dair bilgi verir misiniz?
Elbette ki seve seve…1971 yılında, kendini dünyayı değiştirmeye adayan bir grup insan, ABD’nin nükleer testlerine son vermesi için Vancouver’dan gemiyle açıldı. Phyllis Cormack adlı eski ve küçük bir balıkçı teknesi kiralayan Greenpeace kurucuları, Amchitka adasına doğru yola çıktı. Onların misyonu, cesur bir meydan okuma eylemi ile ABD’nin Alaska kıyılarında yapacağı nükleer testi protesto etmekti. Denemeler ABD Sahil Güvenlik tarafından kesilmiş olsa da, bu cesur eylemciler, nükleer test tehlikelerine dünya çapında dikkat çekerek, tarihe geçti. Ve Greenpeace’in tohumları da işte o zaman atıldı.
Şu anda Greenpeace’in genel merkezi Hollanda’da. Sorunların ve çözümün uluslararası olduğuna inandığımız için uluslararası kampanyalar yürütüyoruz.
Nükleerle mücadele ve diğerleri…
Faaliyet gösterdiğiniz konuların ana başlıkları nelerdir?
Öncelikle Nükleerle mücadele Greenpeace’in kurulduğu günden bu güne, temel çalışma alanlarından birini oluşturuyor. Bunun yanında ormanların korunması, genetiği değiştirilmiş organizmalarla mücadele, iklim değişikliğiyle mücadele ve denizlerin korunması diğer temel çalışma alanlarıdır.
Greenpeace ticari kaygıya sahip bir örgüt mü? Değilse gelir kaynağı nedir?
Greenpeace kar amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütüdür. Greenpeace’in tüm geliri bireysel destekçilerin yaptığı bağışlarla sağlanıyor. Finansal bağımsızlık, Greenpeace kurulduğundan bu yana temel değerlerden biridir. Herhangi bir şirket, devlet ya da devlet kuruluşundan, politik partilerden destek almaz. Bu, bizim nihai amacımıza giden yolda sesimizi istediğimizde ve istediğimiz güçte yükseltmemizi sağlıyor. Taksim Meydanı’na, üzerinde “Başbakan’dan cevap bekliyoruz!” yazan 125 metrelik bir pankart asabilmemizi, gerektiğinde destekçilerimizi Tarım Bakanlığı’na faks göndermeleri için harekete geçirebilmemizi, TEB’in önünde nükleer karşıtı eylem yapabilmemizi mümkün kılıyor.
40’ın üzerinde ülkede faaliyet!
Hangi ülkelerde faaliyet göstermektesiniz?
Şu anda Greenpeace’in 40’ın üzerinde ülkede ofisi var. Tam liste ile birlikte gerekli tüm adres ve telefon bilgilerine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. http://www.greenpeace.org/international/en/about/worldwide/
Türkiye ve dünyadaki üye sayınızı öğrenebilir miyiz?
Dünya genelinde Greenpeace’in 12 milyon takipçisi bulunmakta. Bu 12 milyonun, 1,5 milyonu Türkiye’de. Greenpeace’in tüm dünyada 2,8 milyon finansal destekçisi var. Türkiye’deki aktif finansal destekçi sayısı ise yaklaşık 60 bindir.
Çok teşekkür ederim. Verdiğiniz bilgiler sayesinde hakkınızda bilinmeyenler öğrenildi, bilinenler de tazelenmiş oldu. Şimdi, faaliyetleriniz hakkındaki özel sorularıma geçmek istiyorum. Ve çalışmalarınız arasında son yıllarda benim en çok dikkatimi çeken konu ile başlamak istedim. “Nükleer Tehlike!”
Nükleer santraller ve radyasyon etkisi…
Nükleer ve kömürlü termik santrallerin (kime- neye) verdiği ya da verebileceği zararlardan ve etkilerden bahseder misiniz? Türkiye’de bu yöndeki çalışmalarınız nelerdir?
Nükleer ve kömürlü termik santrallerin çok farklı boyutlarda zararları var. Ayrı ayrı ele almak gerekirse; Nükleer santraller denince akla ilk gelen şeylerden biri, nükleer kazalar. Bunlardan bildiğimiz en büyükleri de 26 yıl önce yaşanan Çernobil ve iki yıl önce yaşanan Fukuşima nükleer felaketleri. Çernobil’in üzerinden onca yıl geçmesine rağmen, Türkiye’de de etkilerini hissettik ve hala bölgedeki toprakta Çernobil kazasından kalma radyasyon izlerine rastlanılmaktadır. Hala o topraktan beslenen hayvanlar radyasyonlu süt veriyor ve çocuklar o sütü içiyor. Çernobil mağduru çocuklar solunum yollarıyla ilgili ciddi sorunlar yaşıyorlar. Bazılarının tedavileri için uzun süre hastanede kalmaları gerekiyor. Fukuşima henüz çok yeni ve sağlığa etkilerini belirlemek için erken, ancak o kazadan sonra da 100 binlerce insan, evlerini terk etmek zorunda kaldı ve Japon ekonomisi de büyük zarar gördü.
Nükleer santraller bir kaza olmaması durumunda bile belli ölçüde radyasyon yayıyorlar. Bu yüzden kime sorsanız aslında bir nükleer santralin yakınında yaşamak istemediğini söyleyecektir. Nitekim bundan iki yıl önce yaptırdığımız bir araştırmada da Türkiye genelinde insanların %90’a yakını, nükleer santralin yakınında yaşamak istemediklerini ifade etmişlerdi.
Bunun yanında nükleer, yapımı uzun süren bir teknoloji, yaklaşık 10-15 yıl sürüyor ve dolayısıyla çok maliyetli.
Diğer bir konu da radyoaktif atık sorununa tüm dünyada çözüm bulunamamış olması.
Türkiye’de Mersin Akkuyu’ya kurulması planlanan nükleer santral özelinde de pek çok sorun var. Bölgenin deprem bölgesi olması, santralin soğutma suyunun alınacağı Akdeniz’deki ekosisteme vereceği zararlar, 30 yıldır nükleer santral planları yüzünden bölgeye başka yatırım yapılmaması bu santralin başlıca handikaplarından. Kömürlü termik santrallerse, öncelikle iklim değişikliğinin en büyük nedenlerindendir. Ayrıca kömür santralleri, küçük partiküller ve radyasyon nedeniyle gerçekleşen hastalıkların kaynağıdır. Bunlar çoğunlukla solunum yolu hastalıkları ve kanser. Kömürün yanması sonucu açığa çıkan atık, zehirlidir.
Nükleer santrallerin kurulması, kime ya da neye fayda sağlayabilir?
Nükleer santrallerin, uzun vadede kimsenin yararına olmayacağı çok açık. Nükleer santral kurmak politik bir karardır. Olsa olsa nükleer lobinin işine yarayabilir. Tüm ülkenin hatta gelecek nesillerin kaderini etkileyecek, yapımı bile en az 10 yıl süren nükleer santrallerin 4 yıl için ülkenin yönetimine seçilen bir hükümetin vermesi de bu yüzden mantıklı değil.
‘Temiz Enerji ve yenilenebilir kaynaklardan alınan enerji ‘ diye adlandırılan olguların açılımlarını ve faydalarını öğrenebilir miyiz?
Greenpeace olarak Türkiye’nin bir an önce çok zengin olduğu rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesi gerektiğini savunuyoruz. Genel olarak, yenilenebilir enerji kaynağı; enerji kaynağından alınan enerjiye eşit oranda veya kaynağın tükenme hızından daha çabuk bir şekilde kendini yenileyebilmesi ile tanımlanıyor.
Türkiye’de rüzgar ve güneş toplam potansiyeli açısından Avrupa’da bir numara ama bunun yalnızca %1 kadarını kullanıyor. Rüzgar ve güneş gibi enerjiler ne sera gazı salarak iklim değişikliğine sebep olur, ne de radyasyon yayarak halk sağlığını tehdit eder. Bu enerjilerin fiyatları da teknoloji ilerledikçe günden güne düşüyor. Ayrıca merkeziyetçi bir sistemleri olmadığı için, bu enerji türlerinden enerji kaybı da çok azdır. Bu yüzden yenilenebilir enerjilere yönelmemek için bir neden kalmadı aslında. Tabii bu yenilenebilir enerji sistemlerini kurarken de öncelikli olarak enerji verimliliğini düşünmeliyiz. Yani amaç daha çok tüketip, her geçen gün daha çok elektrik harcayıp dünyanın her yerini yenilenebilir enerji santralleriyle doldurmak da değil. Avrupa Yenilenebilir Enerji Konseyi’yle birlikte hazırladığımız Enerji (D)evrimi raporu gösteriyor ki, enerji verimliliği ile birlikte yenilenebilir enerjilerin kullanımıyla Türkiye’nin enerji ihtiyacını kömür ve nükleer gibi tehlikeli ve kirli enerjilere ihtiyaç duymadan sağlayabiliriz. http://www.greenpeace.org/turkey/tr/press/reports/enerji-devrimi-raporu/
Tekstil ürünlerinin üretiminde ‘Nonil Fenol’ maddesi kullanımı…
Tekstil ürünlerinin üretiminde ‘Nonil Fenol’ maddesi kullanan firmalara karşı ‘Detox Kampanyası’ adı altında bir mücadele başlattınız. Öncelikle, bize bu zehrin olası etkilerinden bahseder misiniz?
Bu maddenin kullanımı ve doğada çözülmesi hem hormon bozukluğuna, hem kansere hem de üreme bozukluklarına neden olabiliyor. İnsanlar bu giysileri giydiklerinde bu hastalıklara yakalanacaklarına dair bir veri yok tabii ki, çünkü insan başka nedenlerle de bu rahatsızlıklara kapılabileceği için bunun ölçümü çok zor. Ancak, doğada bu etkilere neden olacak şekilde ayrıştığını biliyoruz ve tekstil firmaları kimyasal atıklarını pek çok ülkede kontrolsüzce nehirlere boşaltıyor. O nehirlerin suyu da bir şekilde bizim sitemimize giriyor, ya tarımsal su ya da kullandığımız su olarak. O nehirlerden gelen sularla yapılan tarım sonucu sofralarımıza gelen meyve ve sebzeler de bir şekilde bu kimyasalları bize taşımış oluyor.
Ürünlerinde bu zehirli kimyasalı tespit ettiğiniz firmalar hangileridir?
20 markanın 27 ülkedeki yetkili satıcısından 141 parça kıyafet satın alındı. Bu parçalar, üzerlerindeki etiketlerin belirttiği üzere, birçoğu Güney Yarımküre’de yer alan, en az 18 ayrı ülkede imal edildi. Marka adlarını vermek gerekirse: Armani, Benetton, Blazek, C&A, Calvin Klein, Diesel, Esprit, Gap, H&M, Jack&Jones, Levi’s, Mango, Marks&Spencer, Metersbonwe, Only, Tommy Hilfiger, Vanci, Vero Moda, Victoria’s Secret ve Zara. Aslında bu markalardan bazıları detoxa girme sözü verdiler bile. 2020 yılına dek ürünlerinden ve üretim süreçlerinden kimyasalları arındıracaklarının sözünü verem markalar; Benetton, C&A, Esprit, H&M, Levi’s, Mango, Victoria’s Secret ve Zara.
Başlattığınız ‘Detox’ Kampanyasından ne tür sonuçlar aldığınızı anlatır mısınız?
Tüm dünyada ve Türkiye’de kampanya büyük ses getirdi. 400 bine yakın imza toplandı. Pek çok insan giydiğimiz giysilerde ve hatta büyük markaların giysilerinde kimyasallar olduğunu belki de ilk kez duydu ve sonuç olarak hem atılan imzalar hem de sosyal medyadaki paylaşımlarla, bu markalar halkın sesini dinlemek zorunda kaldılar. Ve pek çok marka bu konuda liderlik ederek, tekstil sektöründe bir değişimi başlatmak için ilk adımı attı.
Zehirli tekstil ürünlerinin kullanımına karşı bizlerin neler yapması gerektiği hakkında bilgi verir misiniz?
Bu konuda çalışan kuruluşların kampanyalarına destek vermek önemli. Bazen internet eylemleri kliktivizm olarak adlandırılarak işe yaramayan bir şey gibi görülüyor ama bizim son zamanlarda yaptığımız kampanyalarda görüyoruz ki internetin de büyük bir gücü var ve internet üzerinde bir konuda ortak talebi olan ne kadar fazla insan olduğunu ortaya koyabiliyoruz.
Bunun dışında tabi tekstil sektöründe kalitenin düşmesinin nedenlerinden biri bu markaların eskiden 4 olan yıllık ürün gamlarını artık 8’e çıkarmış olmaları. Yani mağazadaki ürünler sürekli değişiyor ve bu hıza yetişmek içim markalar kaliteyi düşürüyorlar. Bizler de bunun bilincinde olarak, satın alma ve kullanım alışkanlıklarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz.
Adına çokça alıştığımız GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) ürünleri birçoğumuz bilerek ya da bilmeyerek tüketiyoruz. GDO ‘lu ürün ne demektir? Nasıl ayırt edebiliriz?
GDO, yani Genetiği değiştirilmiş organizma, bir canlının genetik özelliklerinin insan eliyle laboratuar ortamında değiştirilmesiyle elde edilir. GDO, dünyamız ve canlılar üzerinde yapılan tehlikeli bir deneydir.
GDO’ lar genellikle bir canlı türünün doğal hayatta sahip olmadığı bir özelliğin bir başka canlıdan gen aracılığıyla aktarılmasıyla elde edilir. Örneğin mısıra zehir salgılayan bir bakteriden gen transfer edilerek mısırın böcek öldüren zehir üretmesi sağlanır. Maalesef bu ürünlerin dışarıdan bakılarak ayırt edilmesi mümkün değil. Hükümetlerin etiketleme çalışması yapması gerekiyor.
Genetiği Değiştirilmiş Olan ürünler hakkında, Greenpeace ne tür çalışmalar yürütmektedir?
Greenpeace geçtiğimiz yıl boyunca GDO’lu gıdaların ülkemize girişinin engellenmesi için Yemezler adlı bir kampanya yürüttü. Kampanyaya halkın da gösterdiği büyük ilgiyle, gıda amaçlı GDO’ların ülkemize girişini engelledik. Ancak şu anda hayvan yemi olarak ülkemize GDO’lu ürünler girebiliyor ve bunlar da tabii o hayvanların eti, sütü ya da yumurtasıyla bize ulaşıyor. Bu yüzden şu anda GDO’lu yemle beslenmiş hayvanlarının etiketlenmesini talep eden bir kampanya yürütüyoruz.
Adı büyük yankı yaratan ‘Seninki Kaç Santim’ adlı kampanyanızın amacı, yarattığı etkiler ve gerekliliği hakkında bilgi alabilir miyiz?
‘Seninki Kaç Santim’ kampanyasının ortaya çıkış nedeni; denizlerimizde yavru balık avının çok ciddi boyutlara ulaşmış olması ve bazı türlerin yasal avlanma boylarının değişmesinin gerekliliğiydi. Kampanya çok büyük ses getirdi. Yaklaşık 750 bin kişi imzalarıyla destek verdi ve sonuçta Kalkan, Levrek, Lüfer, Orfoz, Loagos ve Sinagrit türlerinin yasal avlanma boyları değiştirildi. Kalkan için avlanma boyu 40 cm’den 45 cm’ye, levrek için 18 cm’den 25 cm’ye, sinagrit için ise 20’den 35 cm’ye çıkarıldı. Orfoz ve lagosun avlanma boyu, 30 cm yerine 45 cm’ye, lüferin avlanma boyu ise 14 cm’den 20 cm’ye çıkarıldı.
Küresel ısınma ‘Kuzey Buz Denizi’ndeki buzulların erimesi’ tüm dünya tarafından iklim değişikliğinin en büyük etkilerinden biri olarak görülmektedir. İklim değişikliğini ve diğer sebeplerini anlatır mısıız?
İklim değişikliği en basit anlamıyla: Atmosfere yayılan bazı gazların sera gazı etkisi yapmasıyla dünyanın ikliminin değişmesi, bozulmasıdır. Kuzey Buz Denizi’ndeki buzulların erimesi gözle görülen bir etki. Son 30 yılda oradaki buzulların %75’i eridi. Ve bu sadece o bölgeyi değil, tüm dünyayı etkileyecek olan çok büyük bir değişikliktir. Belki de önümüzdeki 20-30 yılda orada hiç buz kalmayacak. Orada buz kalmaması demek, güneş ışınlarının oradan yansımayıp direkt olarak deniz tarafından emilmesi ve dünyanın daha fazla ısınması demek.
İklim değişikliğinden dolayı bizleri bekleyen tehlikeler nelerdir? Bu konu hakkında ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz? Bireylerin ve ülkelerin alması gereken acil önlemler nelerdir?
Geçtiğimiz yıl yayımlanan bir rapor, iklim değişikliği ve aşırı hava olayları arasındaki ilişkiyi doğruladı. Yani aşırı kuraklıklar, seller, yağışlar, fırtınaların nedeni, çoğunlukla iklim değişikliğidir. Greenpeace’in uluslararası olarak en fazla önem verdiği konulardan biri iklim değişikliği. İklim değişikliğinin en büyük nedeni; petrol, kömür gibi fosil yakıtlara olan bağımlılığımız, çünkü bu yakıtlar yakıldığında sera etkisi yaratan gazları salıyorlar. Greenpeace olarak tüm dünyada kömürlü termik santrallerle mücadele ediyor, petrol bağımlılığının azalması için kampanyalar yürütüyoruz. Bu konu artık o kadar ciddi ki, bireysel önlemlerden çok hükümetlerin büyük adımlar atması gerekiyor. Bireyler olarak da tabii ki daha az petrol kullanmaya, toplu taşımaya yönelmek, daha az yakıt, elektrik tüketmek önemli ama bir yandan da bu konuda çalışan kuruluşlara destek vermek de büyük önem taşıyor.
Çevresel faktörler ve iklim değişikliği nedeniyle hemen hemen her tür kötü etkiye maruz kalmış ülkeler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kısaca sebep sonuç ilişkilerini anlatabilir misiniz?
Çevre sorunları ve iklim değişikliği daha çok, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri etkiliyor. Öncelikle bu ülkeler olası bir iklim felaketi karşısında hazırlıksız ve gerekli alt yapıdan yoksun oluyorlar. Uluslarası iklim değişikliği panelinin raporuna göre iklim değişikliği nedeniyle ölüm oranları ve ekonomik kayıplar gelişmekte olan ülkelerde daha fazla. 1979 ila 2004 yılları arasında geçen 25 yıllık süreçte, doğal afetlerden meydana gelen ölümlerin %95’i gelişmekte olan ülkelerde yaşandı. Yine aynı rapora göre, eğer daha sık ya da daha şiddetli felaketler yaşanırsa, dünyada yaşanılabilir olan bölgeler azalacak. Bu da beraberinde göçlerde bir artışı getirecek. Mercan adalar gibi sular altında kalma tehlikesi olan yerlerde pek çok kişinin göç etmek zorunda kalması olasılığı var.
Faaliyet gösterdiğiniz konularda çoğunlukla sektörünün devleri ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Karşılaştığınız zorlukları ve bu anlamda son yıllarda kazandığınız başarılarınızı anlatır mısınız?
Greenpeace’in en büyük güçlerinden biri bağımsız olması ve bu sayede hem hükümetlere hem de büyük şirketlere karşı kampanyalar yürütebilmesidir. Tabii karşımızda büyük güçler olunca şöyle bir zorluk oluyor; onların reklam, tanıtım güçleri bizden çok daha fazla. Ama neyse ki bizim de arkamızda milyonlarca destekçimiz var ve mücadelemizde haklıyız.
Mahatma Gandhi’nin şöyle bir lafı var: ‘Önce seni görmezden gelirler, sonra sana gülerler, sonra seninle mücadele ederler, sonra sen kazanırsın
Son yıllarda kazandığımız en önemli başarılara örnek; Türkiye’de öncelikle pek çok balık türünün yasal avlanma boyunun değişmesi ve yavru balık avı konusunda oluşan bilinci ve GDO’lu ürünlerin, gıda olarak ülkemize girişinin engellenmesini söyleyebilirim. Uluslararası anlamda; ‘Detox’ kampanyasında pek çok firmanın kimyasallardan arınma taahhüdü vermesi önemli başarılardandır. Bunun dışında yaptığımız baskılar sonucunda, Shell geçen yıl Kuzey Buz Denizi’nde petrol arama çalışmalarına başlayamadı çünkü petrol arama izni alabilmesi için gerekli çevre koruma ekipmanlarının standartları karşılamıyordu ve gerekli testlerden geçemedi.
Şu anda çoğumuz gezegenimizin nefes alabildiğini düşünüyoruz. Peki, acil önlemler alınmadığı takdirde bilimsel gerçekler neler söylüyor?
Özellikle fosil yakıt kaynaklı küresel iklim değişimine dikkat çekiyor. Sanayileşme öncesi atmosferde 280 ppm (milyonda parçacık sayısı) olan karbondioksit yoğunluğu, petrol ve kömür gibi fosil yakıtların gittikçe artan kullanımı ile ormanların hızla yok olması sonucunda bugün 394 ppm’e çıktı. Güvenli seviye is 350 ppm.
Küresel ortalama sıcaklıklarda artışın yanı sıra, iklim dengelerinin değişmesi de çok önemli bir sorun. Şu an itibariyle gezegenimizi yaklaşık 1 °C derece ısıtmış durumdayız. Buna karşı acil bir önlem alınmazsa 1°C’yle sınırlı kalmayacak. 2°C’lik artış dünya için kritik eşik kabul ediliyor. 8 Temmuz 2012’de Türkiye’nin 2,5 katı bir alana sahip Grönland karasında yer alan buzulların yüzey tabakasındaki erime oranı % 40’tı. Sadece 4 gün sonra, 12 Temmuz’da söz konusu oran %97’ye yükseldi. Tüm dünyada artan seller ve kasırgalar iklim değişikliğinin görünen diğer etkileridir. Ancak geç kalınmış da değil. Tüm dünyada alınacak enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji tedbirleriyle bu gidişatı döndürmek mümkün.
Çok yoğun bir zaman diliminde, bizlere vakit ayırarak tüm bu bilgileri veren Greenpeace Türkiye İletişim Sorumlusu Gülçin Şahin Hanıma çok teşekkür ediyor ve sevgilerimizi gönderiyoruz.
***
Sevgili okuyucular, gördüğünüz üzere henüz geç kalınmış değil. Gezegenimizi korumak demek kendimizi korumak demekse o zaman desteklerimizi büyük özveri ile çalışan koruyuculardan esirgememeliyiz. Şu an bu çalışmamı saat gece 03: 20′ de sonlandırmak üzereyim. Ve bir anne olarak bu saatlerde pek çok küçük çocuğun süt içmek için uyandığını biliyorum. Büyümek için süt içiyorlar. Ama gerçekte neyin büyüdüğünü şu an bu yazının tamamını okuyanlar çok iyi biliyorlar. Lütfen dikkat!
Grenpeace Türkiye, destek vermek isteyen herkesi bekliyor…
http://www.greenpeace.org/turkey/tr/
Daima tüm olmak dileğiyle.