Kalbin sol eli

Bilip duymadığın bir hikayenin baş hecesi, Arap ve Hinduların sol ele anlam yüklemesi ile tınlatabilir miydi kalbin kapı tokmağını diapozonca -hele hele Zulu Kabilesi’nin yasaklığıyla? Kapı gerçek bir öpüşme ile açılabilirdi yalnızca.

Kalbin sol eli

İşte böyle şıngırtılı bir günde, bol sol anahtarlı döngülerle, kapının delikleri uğruna feda ettiğimiz süslü hayatlarımızı nitelikli bir gerçeklik ile örtme hevesi birleştirdi bizi.

Radyo haberlerine kulak verdiğim o esnada arka koltuktan bir ses dürttü beni. İrkilerek arkama döndüm; fakat o, bu, şu yoktu. Yalnızca bir ses! Şişeyi bile kıracak denli güçlü frekansta bir ses…


Ürkerek arabayı müsait bir yere park edip taksiye bindim. Kaldığım otele doğru yol alıyorken tuhaf bir hayal ile çarpıldım, bölündüm, uçtum. Kim bilir hangi mitten çıkıp gelmiş, erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan iri gövdesinin yarıçapı benimkine eşit olan mini bir dev, Chris Angel gibi boşlukta süzülüyordu gözlerimi yakalamaya çalışaraktan.

Otele vardığımızda, peşimizden sürüklenirken yorulmuş olmalı diye düşünmek istedim çocukça, gözden kaybolmuştu.

Bir tavuskuşu ruhu taşıyordu sanki. Kanatları yoktu; kanatsızca uçuyordu. Bazen gökkuşağı gibi, bazen tüm renkleri toplayıp beyaza kesen geçişli… Gözleri yalvarırcasına, masumca çabalıyordu, beni kurtar diyordu. Bakışları, sebebi hiç bilinmezmişçesine sonsuza kaçışlı bir boşluğa dayanıyordu. Bu ruh aynı zamanda hiç tanımadığımı sandığım bir ‘eş’liğinin farklı surette yansımasıydı. Ürkütücü, tanıdık, huzur verici…

Yatağıma serilip bir an önce uyumak istedim bu rüyayı kısa bir süreliğine silmek, belki de eksik parçaları hatırlamak dileğiyle. Ertesi gün uyandığımda dostlarımla lokumdan muhabbetler edecektik. Dostlarım ve ben…-

O günkü konu ben ortama akmadan belirlenmişti. Haniel bir arkadaşını getirmişti. Bu gizemli beyin, her göz kontağı ve öze de işleyen hitabeti ile varlığımı süslemesi etkilemişti beni. Kaldığım otele kadar eşlik etmeye niyetlendiği sinyalini vermeden saniyeler önce, yıllardır sık sık bir araya gelindiği efektini verirken coştum.

Kapıdan çıktıktan iki adım sonra başım dönmeye başlamıştı. Sanki sonra üzerine ayna giymiş bir örümcek ağı koluma girmişti ve benimle birlikte en yakın banka oturmuştu. Sanki Arakhne beni anmıştı ve bu Athena’yı yine çok kızdırmıştı. Nefes alış verişlerim düzensizleşti. Soluksuzlandım.

Can suyum boşalmış, yaşam sayım belli belirsiz belirmişti. O ağ, şeffaf ruhunu, içini gösteren bir bedeni, ayna ise benim yansımam olduğunu gösteriyordu. Bir yandan sayılar beni kovalarken, bu gezegen zamanı oyalıyor; zaman ise aşkı kovalıyordu. Bu anahtar bize verilmiş, kendini gerçekleştirmeyi aşkınlıkla harmanlayıp devşirmişti.

Michael… benim çılgın, yüreğime ılık ılık ve narince- uygun adımlarla sokulan meleğim… Mevsimsel bir uyuklamadan bihaber, kıvrımlı beyinlerde dolaşan sevimli bir yılan, bir melek atkısı takıp varolabiliyordu.


Zehirsizce iç güzelliğinin farkına varılmasını istemiyormuşçasına, o anki algıyla çirkin sayılan bir bedene saklanabiliyordu. Dinamikleri hızlıca değişmeyen bir ülkede, devrim zamanı karşısına çıkan bir sığınak gibiydi.

Bir an Bermuda’nın içinden ilk defa ve dudak dudağa geçiyormuş gibi hissettiredebildi beni. Üstelik dostlarımızı da çağırasım gelmişti bu manzaraya ortak olmaları için delikli bir uykunun yansımasında ve belki yaşam sayılarını görmeye bir kala.

Ayışığı ile dizildik 6-7 kişi bir simit gibi bir çizgide yuvarlakça. Kamarot kılıklı, ağırlığı 120’yi bulmak isteyen arkadaşım aramızda minik bir çizgi film karakteri gibiydi. Geminin minyarından, yıldızların normali anormalce aşan kızıllığını, sini büyüklüğünde yansıyan Ay’ı iyice içimize çektik.

tumblr_lwxw3544OZ1qmusrao1_500

Bermuda Şeytan Üçgeni

Neden sonra bir şey bizi içine çekmek istedi. Michael geminin kütüphanesinde yaptığı araştırmaları anlattı acelece, acemice. Onunla öpüşmenin tadını veren Bermuda Şeytan Üçgeni’ne dalacaktık.

Ana makinanın devreden çıkmaması mümkün değildi ve her birimiz ana makinanın yaptığı görevi üstlenmek zorundayız. 6 kişi enjektörlerin başında durup, her pistona yakıt verecek, 2 kişi makina kontrolde duracak; biri manuel olarak gaz kolunu hareket ettirirken, diğeri de hava kolunu ileri ittirecek. Ve bunlar senkronize olursa makine çalışabilecek.

Ve öyle de oldu. Korkunun ecele faydasızlığını bir yana bırakıp, 7 saatlik bir çalışmadan sonra Bermuda Şeytan Üçgeni denilen bu bölgeden çıktık. Ama biz gemide 7 kişiydik. Matematikçe düşün ki bul evrenin doğurduğu bu mucizeyi.

Sonra bir kuş gökyüzüne kül rengi tüller sererek geçti gözümüzün önünden. Önce kaybetti görüntüyü, kararttı gözümüzü ve ardından yaşattı bizi estetik şöleniyle. Ben de onu zihnimde bir meleğe, sonra birkaç meleğe çevirdim.

Meleklerin cephaneliği, güvensizliği, kuşkusu, kibri olmadığını ve konuya dahil olanların dudağından öpebilmek için ağızlarının yerini tutturuncaya kadar çok uğraş vermek gerektiğini farkettim.


Onu, Sabiha Gökçen maharetiyle içimdeki helikoptere sonsuz şekiller çizdirirken yakaladım ve çember içine aldım ve sonra kutbiyetsiz olmamıza yardım edilmesini, zincirlerimizden özgürleşmeyi diledim.

Sylvia Plath: Yaşam rüzgarının önüme savurduğu şair