İnsanlığın içinden nice kudretli insanlar gelip, geçti bugüne değin. Büyük imparatorlar, muzaffer komutanlar, dahiler, mucitler… Hepsinden geriye kalan ne güçleri, ne kibirleri oldu. İnsanlık için bir fikirleri, bir hizmetleri kaldıysa tevazuyla geride, ne mutlu onlara…
Yaratılan varlıkların birçoğundan üstün kılınmış olan insanoğlu1, yeryüzüne halife olarak tayin edildi2 ve insan olmanın ulviyetiyle iyilikten ve insanlıktan yana olmak üzere can buldu. Çamurdan yaratıldı, ete ve kemiğe büründü, göğüs boşluğunda kalbi attı. Sevsin, inansın, hissetsin diye… Ve akıl sahibi olarak yaratıldı. Dünyanın iz bırakılacak bir durak olduğunu anlasın, yaşamın gayesini idrak edebilsin diye…
“İnsan doğdu, ama kibirle doldu. Peki neden tüm bu kendini beğenme, büyüklenme?”
Ne orduları, ne de servetleri büyük yapmadı hiçbir insanı. Sahip oldukları yüceltmedi onları. Efendiye kölelik, kula kulluk ettirenleri büyütmedi yaptıkları.
Bir hastalıkla yataklara düşecek, bir dertle yere serilecek kadar kudretli oysa insanoğlu. Ona bahşedilen güç, bu fani dünyada sahip olduklarından değil, kalbinin içinde barındırdıklarından ileri geliyor esasen. Tevazu ve iyilik sahibi olmak ile böbürlenip, başkalarını küçük görmek arasında bir seçimdir bu.
“Neye sahipsin ki, bu kadar büyükleniyorsun?“
Para, iktidar, mevki, ünvan mı seni diklendiren? Hepsi varsa da, emanettir sende. Padişahlık da, bakanlık da, insanlık karşısındaki geçici ve düşük makamlardır. Sana gizlice fısıldayan kibre kapat kalbinin kapılarını. Orada zerre olmasına izin verip, tüm ruhunun derinliklerini örümcek ağı gibi sarmasına izin verme…
Kibir, insanın olgunlaşması önünde en büyük engellerden birisidir. Kendini üstün ve ayrıcalıklı görme duygusu, insan denen yolcuyu aydınlanma ve bilinçlenme yolundan çok uzaklarda tutacaktır. İnsanı hakikate ve bilgeliğe ömrü boyunca ulaştığı payeler değil, tevazusu ve tekamül etmesi ulaştıracaktır. Nietzsche ise “Kibir, ruhu kaplayan deridir” diyor.
Kibir, bir kalp hastalığıdır.
Kibir, bir kalp hastalığıdır. İçinde insan sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi, vatan sevgisi ve Yaradan sevgisi olan insanların kalbinde bu hastalığa yer yoktur.
Gelip geçici ünvanlara ve deri koltuklara sığınıp, böbürlenecek miyiz? Elde ettiğimiz makam ve rütbeleri başkalarını küçümsemek ve güç gösterisi yapmak için mi kullanacağız? Yoksa bir hiçlik duygusuyla mı dolmalı içimiz?
Bu hiçlik, dünyada hiçbirşeyin bir anlamı ve önemi olmadığını savunan bir hiçlik değildir. Hiçbir değer tanımamazlık değildir. Bu hiçlik, kendini bilmektir. Bu hiçlik, ibretlik bir tevazudur. Bu hiçlik, hayatın sadece heybeyi doldurmaktan çok öte birşey olduğunu anlamaktır.
“Sarığıma, cübbeme, başıma, bunların her üçüne birden kıymet biçtiler.
Bunlara bir dirhemden daha az değer verdiler.
Sen dünyada benim adımı hiç mi duymadın?
Ben bir hiçim, hiçim, hiç!“
Pir Mevlana bile bu sözleri ile onca ilim ve irfan sahibi olmasına rağmen kendisini bir “hiç” olarak görüyor. Peki biz, kendimizi nasıl görmeliyiz? Dev aynasında mı, hiçliğin olgunluğunda mı?
Kibir, senin katilindir. İnsanlığını öldürme…
1 İsra Suresi, 70. Ayet
2 Bakara Suresi, 30. Ayet