” Bir zamanlar, tıpkı şimdi olduğum gibi tahta bir kuklaydım: Bu dünyadaki pek çok çocuk gibi, tam gerçek bir çocuk olacaktım ki tembelliğim yüzünden, bir de kötü arkadaşlara uyduğumdan evden kaçtım. Bir gün uyandım ki, kulaklarıyla, kuyruğuyla bir eşeğe dönmüşüm.” Pinokyo
‘’ Yazarım Carllodi Collodi 1881 yılında, kitabında beni böyle konuşturmuştu, yalanlar söyletmiş, burnumu uzatmış, bir de başıma ukala bir Peri musallat etmişti. Nasihatlarından kustuğumu bile hatırlıyorum, ama sevgili Carllodi, insanlara vereceği, çocukların düş gücünü körelteceği mesajlar yüzünden bunları asla yazamadı.Dedem Gepetto, bir tahtadan beni doğururken, yaşamın beni maskara edeceğini hiç düşünmemiştir, eğer aksi olsaydı sobasında yakar, soğuk kış akşamlarında üşüyen ellerini ısıtırdı, benim üzülmemi asla istemedi. Özgür bir kukla olduğumdan, iplerimin hareketine göre değil, kalbimin atışlarına göre hareket ettiğimden başım dertten kurtulmazdı, karşılaştığım tüm canlıların yürekleri taştan değildi, bence olsa olsa tahtadan olabilirdi, bu yüzden yangınların çıktığı yer orasıydı. Kimseyi üzmek istemediğimden, mutlu olsunlar diye masum yalanlar söylüyordum ve burnum hep uzuyordu. Sevgili Perim, bu durumlarda ortaya çıkar, en boş bakışlarını üzerime dikerek, yalanın ne kadar kötü olduğunu anlatır ve burnumun küçülmesini sağlardı; bunu neden yaptığını yıllarca kimse bilmedi, onunla benim aramdaki büyük sırdı bu. Şimdi söyleyeceklerimi pek az kimse tahmin edebilir. Perinin tüm yaptığı egosunun tatminiydi aslında, bu cezayı bana, kendisini hem ruhsal, hem de bedensel olarak iyi hissetmek için verdi. Pardon, burnun uzuyor mu dediniz? Bir de İspanyol bilim adamlarının, adımı alet ederek, insanların yalan söylediğinde, burun çevresiyle, göz pınarında yer alan göz çukuru kasında ısı artışı meydana geliyormuş buluşunu yaparak, Pinokyo Etkisi hastalığını ortaya attılar. ama, hiçbir insanın burnu yalandan uzamıyor, bu durum sadece bana özgü bir olay, Perim bana ne kadar sadıkmış.
Kukla arkadaşlarımla, dünyaya paralel bir evrenden, saflığı ve masumiyeti göstermek için getirildik. Küçük yaşantılarınıza bir eğlence, renk ve sıcaklık katmaktı amacımız. Benim dışımdaki arkadaşlar, oynatıcılarına bağımlıydı, onların isteminin dışına kolay çıkamazlardı, ama istem dışı hareketler de olmuyor değildi, o zaman seyircinin gülüşü donar, yaşamını sorgulardı. Her kukla bir karakterdir, ruhtur ve bunun dışına kolay çıkmaz, değişim adı altında yozlaşan değerlerin tuzağına düşmez.
Gölge Oyunundaki karakterler gibi karanlık silüetlerimiz yoktur, çok renkli ve değişkeniz, en az insanlar kadar çok yüzlerimiz vardır. Cevdet Kudret 1968 yılında ‘ Karagöz’ yapıtında: İslami kültürde, Gölge Oyununa, gölge hayali, perde hayali gibi isimler verilmiş olup, kelamcı ve tasavvufçuların eserlerinde, hayal sahnesi evrene, insanlar ve tüm varlıklar, perdedeki gerçek hayallere benzetilmiş, oyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki görülmeyen bir sanatçı tarafından oynatılıyorsa, evrendeki varlıkların da görünmeyen bir yaratıcı tarafından hareket ettirildiğini…’ anlatmıştır. Hayvan derilerinden kesilerek oluşturulan gölge dünyasındaki kardeşlerimizden çok farklıyız, tüm uzuvlarımızla üç boyutlu dünyanın varlıklarıyız. Japon arkadaşlarımın Bunraku gösterileri en zor olanıdır; bu kuklalar devasa boyutlarda olduğundan üç sanatçının hareket ettirmesi gerekmektedir. Her bir sanatçı ancak kuklanın bir kısmını hareket ettirebilmek için on yıl eğitim görmektedir, tümü oynatabilecek kişinin otuz yıllık bir eğitime ihtiyacı vardır. Bizimle uğraşmak büyük yetenek ister, sanırım anlatabildim.
Gösteri dünyasının gerçek yıldızları bizleriz. Bizim iplerimizi elinde tutanlar, geniş bir hareket ve ifade alanı yaratarak, seyircilerimizi masalımsı dünyamıza çekerler; ama bizler, güya dış sesimizin ciddiyetine pek uymayız, ilgi çekiciliğimiz, beklenmedik anlardaki isyanlarımızdır. Kukla olmak, kendini adamaktır, teslimiyettir, tahtalaşabilmek için ruhunu, kişiliğini yok pahasına satılığa çıkartmaktır; başka kişilerin, yaşam öykülerinin cümlelerine girebilmek için gösterilen mücadeledir ve tüm bunların farkında olmamaktır. Efendilerimizin canı sıkılıp, bizi bir kenara atana kadar , duygularımızdan, yüreğimizden, düşüncelerimizden bağlanmışızdır; bilmediğimiz ya da kabullenemediğimiz, ilişkilerin iki kişilik olduğu ve paylaşılmasının zorunlu olmasıdır, nedensiz sevilmek tekildir ve sorumluluğu karşındakine bırakmaktır.
İpleri elinde tutanlar, kuklalarının ne kadar özgün olduğunu birbirlerine göstermek isterler, aslında görülmesini ve takdir edilmesini umdukları kendi yetenekleridir. Ne kadar çok iple bağlıysak sanatçımıza, hareketlerimiz o kadar çok özgün olur, rolümüzde ustalaşırız; cümleler ne kadar uzun olursa olsun, sözcüklerin anlamı oluruz, bu yaşadığımız saf aşkın zirvesidir. Kimin kuklası, oynatıcısına daha çok bağlıdır? Bir festival heyecanında kanıtlanmak istenen budur gerçekte.
Böyle bir düzenin ortasında sevdalara saklanıp, nefretler kuşanarak yaşamaya çalışıyoruz. Her bir eklemimizden görünmez iplerle bağlanıp yaşama, kuralına göre oynamak için istenileni yapıyoruz. Kabuslarımızdan sızan sisin içinde, gördüğümüzü sandığımız yüzler, gözlerini kapatırken maskaralıklarımıza, ipimizin çekilmesiyle unutuveriyoruz ‘ Neden böyledir? ‘ diye sormayı; unutulan anımsamaları seviyoruz, hiçbir bedel ödemek istemiyoruz, yaklaşmaktan korktuğumuz gölgeler üzerimize çökmek istediğinde, iplerimizin güvencesinde olduğumuzu biliyoruz.
Efendilerimizin söz ve hareketlerinden dolayı yargılanmadan, kendi çelişkilerini bize yansıtarak, günah keçisi durumuna getirirdi; gittikçe yozlaşan ilişkilerin aynasında, oynatıcılarımız yarıştığı kara bir mizahtı yaşanılanlar. Kendi karanlık ruhlarını, ellerinde tuttuğu iplerden, biz tahta yüreklere aktarıyorlardı, geçmişin tüm olumsuzluklarını, aldanmışlıklarını, yenilmelerini bizim üzerimizden yansıtıyorlardı, bir tür arınma anıydı bu onların, bazen öfke nöbetleri, şiddet ortaya çıkardı, o zaman bacaklarımızdan biri ya da kollarımız veya kafamız yerinden çıkardı, efendimiz, onulmaz yaralarından akan kanı durduramazdı ve hiçbir teselli avutamazdı, çünkü ruhlarının en önemli parçası ölürdü iplerin ucunda.
Adanmışlık, kendi içinde değişimi başlatırdı; duygularıyla, uzuvlarıyla ipin ucunda oynatılmaya alışkın kukla düşünmeye başlardı ve tek çözümün kaçmak, kendini toplumdan yalıtmak olduğunu görürdü: Oynatıcılar, ipleri elinde tutanlar o kadar geçmişin içinde yaşıyorlar ki, mutlak bir adanmışlığın farkına varamıyorlar. Geçmişte kalan tüm günahların bedelini kuklalara ödetmeye çalışıyorlar. İnsanlaşarak belki de tahtanın tabiatına aykırı davranacağız, ama unutulmaması gereken, bizlerin asla ipin ucunda birilerini oynatmayacağımız. Kötü bir senaryoyu anlamlandırmaya çalışmayacağız, bencilliğin yasalarını korunaksız belleğimize sokmayacağız.
Bir sahnede görünmez bir el tarafından oynatıldığımız, şöhret, para, güç ve kadınlardan vazgeçerek, kaderlerimiz üzerine kurduğumuz cümlelerin daha anlamlı kılacağımız zamanlar geldi; bu eylemde burnumun uzaması, buz dağının görünen ve önemsiz bir yanıydı. Tahta hayatların yeşermesi için özgürlüğe ve aşka ihtiyacı vardı. Dedem Gepetto’ nun her zaman söylediği gibi: Yaramaz çocukların yerini uslu çocuklar aldıkça her şey güzelleşir, bütün olumsuzluklar da ortadan kalkar.
Hapsedildikleri mağaranın içinde ne gördüklerinden kimsenin haberi yok; yaşam denilen gündelik savaşlara, yüzlerinde şaşkın maskelerle çıkmayacaklar, uyanmanın ve bilmenin şafağına doğacaklar. Hayaletleşen ruhlar, mağaranın en kuytusuna gizlenerek şiirsel uyuma karıştıklarını sanıyorlar, iplerinin üzerlerinden sarktığını fark etmiyorlar ve bir oynatıcının ruhunun karanlık dehlizlerinde mutlu olma sanısının yanılsamasındalar; bunlar ümitsiz, kurtuluşları asla olmayacak. Ritmi bozuk nefes alışlarıyla, yepyeni bir dille konuşmaya başlayanlar da vardı mağaranın içinde, kurtuluş için bana ihtiyaçları olan kukla arkadaşlarım. Daha önce kimsenin ayak basmadığı o parıltılı topraklara onlarla varacaktım. Bilmediğimiz o coğrafyada sezgilerimizle, yaşamı, aşkı, arzuyu keşfedecektik, korkularımızla, heyecanlarımızla okyanuslara varacaktık; geride kalanlar, sonsuzluğun uç noktasından eğilip uçuruma baktıklarında, anlamsız boşluğa yuvarlanacaklarının farkına varacaklardı.
Tek arzum, sevgili Perimin burnumun uzamasından rahatsızlık duymadan beni sevebilmesiydi ve kuklaları saklandıkları mağaradan kurtardığımda bir gülüşü yetecekti; yalanlarımla doğrunun bulunabileceğini ona ve dedem Gepetto’ ya gösterecektim. Yalanlar, zulmün iplerinden daha masumdu. Mağaranın girişine önce ben çıktım, arkamdaki kukla kalabalığı, iplerini başkalarına kaptırmamak için tüm noktalarıma kendi istekleriyle bağlanmışlardı. Dışarıda, meydanı oluşturan ve ilerideki gökdelenlerde sona eren ufak bölgede fazla kimse yoktu. Çevredeki bir iki okulun öğrencileri bu alandan geçmek yerine, yollarını uzatmak için ara sokakları kullanıyorlardı. İnsanlar yürümeyi sevmediklerinden servis araçları veya kendi arabalarının tutsaklığındaydı. Bir süre, yapay bitkilerle çevreyi güzelleştirmeye çalışan Belediye işçilerini seyrettim. Gözüme, koyu renk takım elbiseleriyle sanki infaza gitmekte olan iki karanlık adam takıldı, birden durup, birbirlerine bir şey söylediler ve yollarına devam ettiler.Ortalık sakindi, iplerinden tuttuğum kuklaları dışarı çıkarttım, Perim bizleri bekliyordu, bakışlarındaki anlamı görebiliyordum beni seviyordu. İçimdeki yeni oluşan titreşimden anlamıştım bunu, elime en güzel kır çiçeklerini vererek ‘ Pinokyo, o düş ülkesine arkadaşlarınla varabileceğine inanıyorum.’ Dedikten sonra, yüreğimin en ışıklı yerine yerleşerek kayboldu.
Sonrası ve vayla. Sonrası, kopan kafalar, uçuşan bacaklar…iki karanlık adam. Ellerinde makinalı tüfekler. Yola koyulduğumuz tahta arabamızda, toplu hedef olan kuklalar. Bir ben kaldım. İnsanlaşma olasılığım yüksekti ve hiçbir ipin ucunda olmamak için yalan söylemeyi becerebilen tek kukla.