Yaklaşık dört beş aydır soluk soluğa İnci Aral okumaktayım. Tüyap İstanbul Kitap Fuarında başlayan serüven halen devam ediyor. Kitap fuarlarının böyle güzel bir tarafı var işte… Daha evvel ismini çok duyduğunuz ama okumaya bir türlü yanaşmadığınız, yanaşamadığınız, türlü engel ve tembellikle ertelediğiniz yazarları ve kitaplarını okuma olanağı buluyorsunuz.
İnci Aral gibi duayen bir ismin bahaneye, rastgele bir merhaba ile tanınmaya ihtiyacı yok. Olamaz. Olur da böyle bir gaflete düşerseniz, sakın dile getirmeyin zira amatörlüğünüz şıp diye anlaşılır.
Mazisi türlü başarılarla dolu önemli şahsiyetler hakkında yorum ve tenkit yaparken dikkatli olmalısınız. Hele de henüz onların gölgesi bile olamayacak durumdaysanız…
O kişi hakkında yapacağınız ölçüsüz bir değerlendirme boş lakırdı olarak ele alınır. Böylece hem kendi itibarınız zedelenir hem de yalancı çoban durumuna düşersiniz. Sırf eleştiri yapmak adına, tanınmış yazarlara ve kitaplara ağır tenkitte bulunmak kısacası iğneyi de çuvaldızı da -açgözlülükle- yazara batırmak, bu amaç uğruna özel çaba sarf etmek üç yaşında bir çocuğun bilye yutup boğulmasından daha ürkünçtür. Adeta ebeveyn dikkatiyle meseleye eğilmeli, ciddiyetle ve etraflıca konu ele alınmalıdır. Almalıyız desem daha mı iyi olur acaba? Kim bilir belki de çoğul konuşmalıyım, zira günden güne peyda olan edebiyat dergileri, eleştiriye, dergide ufak bir sütun ayırıyor bu da yetmezmiş gibi o ufak boşluğu doldurmak adına kişi (yazar) ve kurumlara (yayınevi) akla hayale sığmayacak sataşmalarda bulunuyorlar.
Daha kötüsü de var. Sıfatı eleştiri dergisi olan lakin hizmet ettiği edebî mecranın idrakine varamamış dergi patronları ve patronun çizdiği hudutta kalem oynatan ve özerk anlayışla iş yapan editörler: “çok ses getirirsek çok satarız” anlayışıyla yola çıktığından dolayı gösterişte ağır ama edebî bakımdan boş meseleleri dosya konusu haline getirip biz okurlara sunuyorlar.
Şimdi burada durup edebiyat polisliği yapacak değilim. Sadece hazır yeri gelmişken değinmek istedim.
İnci Aral’a daha doğrusu kitaba dönecek olursak, önce şunu söylemek isterim ki; İnci Aral’ın sadece bu romanında değil, okuduğum tüm kitaplarında aynı durumu gözlemledim. Kendisi öyle zarif, öyle naif bir üsluba sahip ki üzerine konuşmayı ayıp sayarım. Sanıyorum kuş tüyü bir kalemi var ve onu martıların gözyaşına batırıp eserlerini öyle oluşturuyor. Şimdi bu teşbihi yaptığım için kesinlikle bir eleştiri alacağım, ancak umurumda değil. Kimi meseleleri anlatmak, aktarmak, üzere tenkitçiler bu tip çıkışlar yapmalıdır.
Evet, İnci Aral diyorduk. Yeniden konuya dönmek gerekirse, Yazar tüm eserlerinde hüznü okuyucuya kıvamında veriyor. Doyurucu ve bıktırmayan bir ajitasyonla kurgusunu oluşturup bizlere sunuyor
Taş ve Ten, Kızılçam Köyü’nde başlayan bir yolculuk hikâyesidir aslında… Her sayfayı kendi içinde bir öykü farz edersek –abarttığımın farkındayım- bir sonraki sayfaya geçerken ister istemez seviniyorsunuz. Zira anlatı devam ediyor ve siz konuya bir duman tiryakisi gibi canla bağlanıyorsunuz. Evet, bu roman bir yolculuğu anlatıyor. Kızılçam Köyü’nden, Hamburg’a, Ulya’nın geçmişte bıraktıklarıyla önünde beklettikleri arasında, B’den Haluk’a ve sonra da Sina’ya uzanan bir yolculuk…
Şöyle bir kitabın dış cephesine değinip sonra tekrar içeri gireceğim. Turkuvaz Kitap tarafından basılan bu eser, Kasım 2003 ile Eylül 2004 tarihleri arasında İstanbul/Akçay’da yazılmış. İnci Aral’ın güzel bir alışkanlığına burada değinmek istiyorum. O, yazdığı öyküye, romana yahut herhangi bir metne mutlaka tarih atar. Öykü, roman, metin biter ve son cümlenin ardından eserin nerede ve ne zaman yazdığına dair notu düşülür. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diye boşa dememişler. Bu arada kapak oldukça sade… Yayınevinin bir politikası olarak, yazarın sanat görüşüyle orantılı biçimde bir kapak tasarlanmış. Sahiden daha kestirme bir ifade bulamadığım için bu çıkışı yapıyorum. Bağışlayın ama kapak muhteşem bir gösterişsizliğe sahip! Çok satan bestseller kitaplarının aksine bu kitabın kapağı süsten ve gereksiz ayrıntıdan uzak, narin bir tasarımla oluşturulmuş.
[quote]Tekrar kapağı aralayıp kitabın içindeki detayları incelemeye başlarsak, romanda üç ana mekân var; Kızılçam Köyü, Hamburg ve Mainz…[/quote]
Roman Kızılçam Köyü’nde başlıyor. Şehrin budala kalabalığından yorulan Ulya kendini büyükannesinden miras kalan mütevazı kasaba evine atıyor. Kendisinden yaşça büyük olan Haluk, işinde uzman bir avukattır. Onunla yıllar önce başlayan resmi diyalog Ulya’nın başına gelen talihsiz meselelerden ötürü yarı arkadaş yarı sevgili düzeyine çıkmış ve sorunsuzca devam eden bu ilişki nihayet bir yerde error vermiştir. Beraberliklerini tutan herhangi bir akit olmadığından yani yıllar geçmesine rağmen evlenmediklerinden dolayı Haluk’a olan ilgi ve sempatisi de kolayca dağılıvermiştir. Bardağı taşıran son damla Ulya’nın Almanya’da açmayı düşündüğü sergidir. Haluk bu sergi yüzünden biraz daha uzaklaşacaklarını tahmin etmektedir. İçten içe buna karşı olsa da açıkça “gitme” diyemiyor. Böylece Ulya karakteri çağımızın özgür kadın motifinin ete kemiğe bürünmüş şekli olarak okuyucuya “siz neden böyle değilsiniz?” sorusunu adeta empoze ediyor. Kendi başına kararlar alıp, cesur atılımlar yapan Ulya daha evvel yine aynı nedenden ötürü –aşırı özgürlükçülüğüyle- çok üzülmüş, bunalıma girmiş, çeşitli ağır badireler atlatmış lakin battı balık yan gider mantığıyla kafasına göre davranmakta devam etmiştir.
Anadolu bölgesinde yetişmiş ve bu coğrafyanın örf, adetleriyle beslenmiş yazarların Avrupai yaşamı öcüleştiren depresif karakterler hazırlaması benim nötr kalmama sebep oluyor. Sevinsem ayrı, üzülsem ayrı bir tepki çekeceğimden ötürü sessiz kalmayı tercih ediyorum. Ben olsam ana karakteri överek “bakın bu böyle davrandı ama ne acılar çekti görüyor musunuz?” etkisini bu kadar derinden vermezdim. Bir tarafa iyi adamları diğer tarafa kötü adamları yerleştirir mesajımı da tarafların mücadelesi esnasında verirdim. Ancak İnci Aral bunu ana karakterinin iç sesini konuşturarak yapıyor.
“Kendi adıma, ben birçok şeyi, özellikle kötü ve acı verici olanları, bile istemeyi unuttum. Unutmuş olduklarımın neler olduğunu tümüyle unutmamış olsam da. Kimi anılarım boşa harcanmış bağışlara benziyorlar bu yüzden, saydam örümcek ağlarına… Ve bazen imgeler öylesine yoğunlaşıyor ki şimdiki an tıkanıp boğuluyor, saniyeler tersine akmaya ve anılar zamanın hava ve mekân boşluklarından kurtulup sarmallar halinde geriye doğru yol almaya başlıyorlar” (sf.32)
Sanırım demek istediğim şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Bu şekilde yüzlerce örnek yazabilirim. İnci Aral, Ulya’nın çektiklerini hep bir sonraki sayfaya sarkıtmış. Mesela “B” adında biri var kitapta… İnanın ben bu karakterin kimliğini öğrenmek adına kitabı evde okulda metroda yani her fırsatta okumaya çalıştım. İşte okuyucuyu kalpten çekmek budur. Merak insanları zinde tutar. Okuyucu da merak unsuru sayesinde esere devam eder onu yüceltir yahut beklediğini bulamazsa tam tersi, kitabı yerden yere vurur. Okuyan her zaman haklıdır. Çünkü yazar kelimelere müdahale edebilir ama hayallere asla… Okuyucu kelimelerden bağımsız bir özveriyle hayal kurar ve siz onun bu özel alanını boşuna işgal etmişseniz asla affedilmezsiniz…
B’nin kimliğini bende açıklamayacağım. Boşuna beklemeyin…
Ulya’nın, Almanya macerası ve eserlerini sergilediği anki heyecanı daha doğrusu durgunluğu oldukça güzel yansıtılmış… Heykel ve tablolar açık artırmaya çıkarılıp satılmadan önce Ulya ve Sina’nın entelektüel çevreyle olan münasebet ve muhabbeti daha sonra Sina’nın da Ulya’nınkine benzeyen özgeçmişini samimi bir üslupla anlatışı hikâyeyi daima canlı tutan ikincil unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.
Bu ikiliyi birbirine bağlayan benzerlik ve farklılıkları takip ederken bir de bakmışsınız kitabın dörtte üçü bitmiş… Kalan kısımda ise Ulya ve çekirdek ailesinin kısa tanıtımı babında bir bölüm var. Mainz’e kız kardeşinin yanına giden Ulya bir de orada geçmişine dair birtakım olay ve durumları hatırlayıp, hayatının bu raddeye gelişinin sürpriz olmadığını fark ediyor. Kısacası karakterimiz kendisiyle yaptığı muhasebeler sonucu öz benliğine olan kırgınlığını gidermeye çalışıyor
Mainz’e de gitmesine rağmen ve sonra tekrar Kızılçam Köyü’ne dönmesine karşın Ulya şu soruyu hep sormuştur kendine;
“B’den sonra âşık olmadım diye yineliyorum her adımda. Peki bunu nasıl becerebildim? Bir kadın nasıl olur da bu kadar uzun süre yüreğini taşlaştırabilir. Böyle bir ayazda nasıl yaşar!” (sf. 100)
Hepimizin aşkla alıp veremediği olduğu gibi Ulya’da aşk yüzünden epey cefa çekmiş. Kendi çapında yaşadığı ve sadece ruhunu sığdırdığı o ufak dünyada bir de aşksızlığın verdiği kalabalık Ulya’yı bunaltmıştır. Bir tarafta âşık olamaması bir tarafta Haluk ile olanlar ve bir tarafta B’yi unutamamak öte yandan Sina’ya beslediği tarifsiz yakınlık… İşte Taş ve Ten bu hengâmede süren bir çalkantıyı anlatmaktadır.
258 sayfadan oluşan bu sıcak dünyaya sizi ısrarla davet ediyorum. Her sayfa kendi çapında bir öykü tadı veriyor demiştim. Yineliyor ve lafımın arkasında olduğumu özellikle vurgulamak istiyorum.