“Polis’in orantısız gücüne karşın eylemcilerin inanılmaz dayanışması, mücadelenin ve eyleme katılanların kalitesi, çok renkliliği, her çevreden insanı birleştirebilmesi, orantısız mizah yeteneği ve sosyal medya fenomeniyle bütün dünyanın hayranlıkla izlediği Gezi Parkı protestocuları, Türkiye’nin her fırsatta küçümsenen gerçek insan kaynağını gözler önüne serdi ve Türk Gençleri dünyada büyük hayranlık uyandırdı.” (AKUT Başkanı Ali Nasuh Mahruki)
31 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Taksim Gezi Parkı olayları sırasında geçirdiği talihsiz bir kazadan sonra AKUT Başkanı Ali Nasuh Mahruki’yi evinde ziyaret ettik.
Onlar ekip olarak halka ilk yardım desteği sağlamak amacıyla oradaydılar. Sevgili Nasuh Mahruki’den hem yaşadığı kazanın sebeplerini anlatmasını, hem de ülke olarak yaşadığımız zorlu günler hakkında bir değerlendirme yapmasını rica ettim.
Vücudunun sağ tarafında birçok kırık olmasına ve dinleniyor olmasına rağmen beni kırmayarak bu söyleşiyi sevgiyle kabul etmesinden dolayı kendisine çok teşekkür ediyor, şahsım ve İndigo Dergisi adına geçmiş olsun dileklerimle beraber sevgilerimi sunuyorum. Şimdi kendisinden değerlendirmeleri alalım, bakalım Nasuh Mahruki bizlere neler söyleyecek…
AKUT: 1996 yılı başında kurulan, arama kurtarma konusunda faaliyet gösteren, uzman bir ekibin gönüllülük prensibiyle yola çıkan, yaşamın her alanında bir beklenti ya da çıkar düşünmeksizin insan hayatı kurtarmak için çalışan Demokratik Bir Sivil Toplum Örgütüdür.
Röportaj | Nasuh Mahruki
Bu hale nasıl geldiğinizi bize anlatır mısınız?
Gezi Parkı’na AVM yapılmasını istemeyen gençleri aşırı güç kullanarak çıkaran Polis’in karşısına, daha kalabalık bir direnen genç grubu çıktı ve şiddet giderek arttı. Kısa sürede, hiç kimsenin tahmin etmediği müthiş bir kalabalık, Polis’in aşırı güç kullanımına karşı bir araya geldi ve Harbiye’de, hayatımda ilk defa gördüğüm ve tıpkı 17 Ağustos Depremi gibi, bir daha ülkemde asla görmek istemediğim korkunç bir şeyin ortasında kaldık.
İlk müdahaleyi oradaki halk yaptı. Müthiş sahipsiz bir ortamdı ama inanılmaz bir dayanışma vardı orada. Kırıklarım hiç de hafife alınacak kırıklar değildi, tehlikeli bir yaralanmaydı. Diz altı Tibia ve Fibula kemiklerinin ikisi de kırıldı. Sağ ayağım dizimin altından sağa sola dönüyordu. Grade 1 açık kırık ve parçalı kırıklar, eğer sinirleri, damarları kesseydi kırık kemikler çok daha kötü bir durum söz konusu olabilirdi. Olaylardan sonra yazıştığımız genç bir Dr, o çatışmanın ortasında nereden bulduysa artık bir mukavvayı bükerek basit bir atel yaptı ve üzerindeki bezle bacağımı sabitledi ve vatandaşlar beni ilerideki AKUT Ekibine taşırken de bacağımı bırakmadı. Damar ve sinirlerim de bu sayede kesilmedi ve daha kötü bir sakatlanmaya uğramamı da bu durum engelledi.
Dirseğim kırık ve omzumda Akromion adlı bir kemikde de kırık var fakat onun etrafındaki dokular sağlam olduğu için ona bir şey yapmadılar, zaman içinde kendini tamir edecek. Evet, kötü bir kazaydı ve birçok hasar verdi ama kazayı yaptığım yerdeki inanılmaz dayanışma görülmeye değerdi. Halk “yaralı var, buraya gaz atmayın, ambulans çağırın” diye bağırıyordu. Birçok insan yardıma koştu. İlk anda “ben buradan nasıl çıkacağım bu halde” diye düşünmekten kendimi alamadım ama o inanılmaz dayanışma ve AKUT ekibinin de orada olması sayesinde, endişe etiğimden çok daha hızlı bir şekilde o çatışma bölgesinden çıkartıldım. Daha sonra Hastanede tüm yaşananları TV’de gördükten sonra, o korkunç süreçten bu kadar hızlı çıkabildiğim için ne kadar şanslı olduğumu daha iyi anladım. İlk günlerde gönüllü doktorlar, hastaneler ve STK’lar hariç, Devlet neredeyse hiçbir sağlık hizmeti vermediği için o akıl dışı günlerde, ne yazık ki pek çok insan benim kadar şanslı olamadı…
Sevgili AKUT beni de kurtardı…
Kaza sonrası o kalabalıkta hastaneye nasıl ulaştınız?
AKUT Ekibi kaza yaptığım yere çok yakındı, zaten biz de onlara gidiyorduk. Oradaki çocukların ilk yardım müdahalesi sonrasında AKUT Ekibine beni ulaştırmalarını, gerisini onların halledeceğini söylemiştim. O sırada bizim çocuklar, başka bir yaralanmaya destek vermek için kalabalığın arasında ilerliyorlardı. Bana ilk müdahaleyi yapan doktor, AKUT Ekibi’ne teslim edene kadar bacağıma yaptığı ateli bırakmadı ve bu sayede de parçalı kırıklara rağmen damar ve sinir kesilmesi olmadı. Eğer damarlar veya sinirler kesilseydi, çok daha tehlikeli ve çok daha sıkıntılı olurdu her şey. Orada AKUT’un aracının olması da çok önemliydi. Ciddi kalabalık ve büyük bir çatışma ortamıydı. Ne sağlık hizmeti, ne ambulans, ne taksi, ne de herhangi bir araç bulunmuyordu.
[quote]Tamamen sahipsiz bir ortamdı.[/quote]
O sahipsiz ortamda hastaneye ulaştığın takdirde kurtulabileceğin bir yaran varsa, hastaneye ulaşamadığın durumlarda ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Kaza bitip, yerde bacağım, kolum kırık oturduğumda aklımdan geçen ilk şey ” sonunda bitti ve durduk ” dedim. Hemen arkasından kırıklarımın farkına varınca da “ben bu halde, bu kaosun içinden nasıl çıkıp bir hastaneye ulaşacağım” diye düşündüm. Allah’tan, önce vatandaşların dayanışması ve desteği, sonra da AKUT’un aracının orada olması hayati önem taşıyordu ve sevgili AKUT beni de kurtardı. Hastaneye ulaştıktan sonra da ameliyat ve tedavi sürecim hemen başladı.
Ameliyatlarınız nasıl geçti?
Çok başarılı geçti, tedavi çok iyi tuttu hastanede doktorlar da çok iyiydi. Atatürk’ün, “Beni Türk Doktorlarına emanet ediniz” sözünü çok söyledim o günlerde. Bundan sonrasında zaman içerisinde kemiklerin kaynaması, kasların ve eklemlerin tekrar hazırlanması ve fizik tedavi ile birlikte birkaç aylık sıkıntılı bir süreç beni bekliyor.
31 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Taksim Gezi Parkı olayları sırasında geçirdiği talihsiz bir kazadan sonra AKUT Başkanı Ali Nasuh Mahruki’yi evinde ziyaret ettik.Gezi olayları nasıl başladı?
Sizce olaylar neden başladı?
Buradaki olay Gezi Parkındaki ağaçların kesilmesi ve oraya tarihi Topçu Kışlası görünümünde bir AVM yapılması süreci üzerinden başladı. Ama esas hikâye, tabii ki o çocuklara göz göre göre uygulanan haksız, ölçüsüz şiddettir.
Çünkü bunlar daha çoğu 16 – 24 yaş aralığında çocuklar ve son derece insani bir şekilde, son derece doğal bir hakları olarak, yurttaş olarak doğru olduğuna inandıkları bir şey için mücadele ediyorlar, İstanbul’un bir doğal değerine sahip çıkmaya çalışıyorlardı.
Nasuh Mahruki: “İstanbul’un ve hepimizin geleceğine sahip çıkıyorlardı.”
Bunu da en insani haklarından biri olan; şiddet, saldırganlık, hakaret içermeyen şekilde protesto ederek yapıyorlardı. Protesto ediyorlar derken; Gezi Parkı’nın içinde çadırlar kurarak gitar çalıyorlar, müzik dinliyorlar, şiir okuyorlar, kitap okuyorlar, ağaçlara sarılıyorlar, ağaçlarda hamakta yatıyorlar, keyifle ve eğlenerek, sevgiyle mücadele ediyor ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyorlardı.
2013 Türkiye’sinde, Anayasa’dan aldıkları yurttaşlık hakkıyla doğru olduğuna inanmadıkları bir Hükumet kararını protesto eden bu çocuklara karşı biber gazına ve şiddete başvurulması, çadırlarının yakılması, tabi ki herkesi zıvanadan çıkarttı ve bardağı taşıran son damla oldu.
Peki, Gezi Parkı olaylarını bu hale getiren şey neydi?
Olay sadece Gezi Parkı’ndaki ağaçlar değildi. Olay: Türkiye’nin son 10 yılda, hiçbir uzlaşma aralığı aranmadan her konunun “biz % 50 oy aldık, biz ne dersek o olur, karar verildi, biz onu yapacağız zaten” zihniyetiyle gidiyor olmasıydı. Bu yolda en insani, en iyi niyetli uyarıların hiç birini dikkate almadan yoluna devam eden bu zorba zihniyetin, bir de üzerine bu gençlere şiddet uygulatarak bunları sürdürmeye kalkması sonucunda Türk Milleti’nin “yeter, biz kendi vatanımızda daha fazla bunu çekmek zorunda değiliz” deyip, kendi bireysel hak ve özgürlükleri için, demokrasi için mücadele etmeye karar vermesidir.
Şöyle de diyebiliriz, Türk Milleti’nin ortak bilinci, kendisini bugüne dek rahatsız eden tüm bu olan bitene daha fazla sessiz kalırsa, giderek daha az özgür, daha az kendisi ve daha az mutlu olacağını fark etmesi, kendi geleceği için mücadele etmekten ve direnmekten başka hiçbir seçeneğinin kalmadığını sonunda görmesi ve en önemlisi, bu mücadeleyi de ancak ve ancak kendisi gibi bu farkındalığa ulaşanlarla kazanabileceğini, bu yüzden de dayanışmak, birleşmek, birlikte hareket etmek gerektiğini kavramasıdır.
Pes etmek yok. Ne kadar gidiyorsan git ama mutlaka ileriye doğru git. — Nasuh Mahruki
Ey Türk Gençliği!
Öyleyse şu an bahsettiğimiz gençlik, farklı özelliklere sahip bir gençlik.
Öyleymiş. Bu gençlik bireyselliğinin de toplumsallığının da, daha fazla farkında. Her ikisini de değerli görüyor ve dengeli tutmaya daha fazla özen gösteriyor. Birey hak ve özgürlükleri konusunda gayet kıskanç. Ama bu bencilliğinden değil, İnsan’ın buna layık olduğuna inanmasından geliyor. Kendisi için istediği hak ve özgürlükleri, tüm insanlar ve insanlık için isteyecek kadar da demokrat ve eşitlikçi. En önemlisi de, artık bu uğurda amansız ve tavizsiz mücadele etmek zorunda olduğunu bilecek kadar farkında ve gereğini yapacak kadar da cesur. Bütün dünyanın bu harekete saygı duymasının ve kalben desteklemesinin en önemli sebebi de zaten bunlar .
Aslında Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde seslendiği “Ey Türk Gençliği” ibaresi var ya, ben bugün 45 yaşında anladım Atatürk’ün Gençliğe Hitabeyi kime yazdığını. Hepimizin okurken içi titrer , çok duygusal bakarız. Hepimiz o müthiş hitabeyi sana, bana, bize, hepimize yazdı sanırız. Gençliğe Hitabe; sana bana yazılmamış, hakikaten gençliğe, gençlerimize yazılmış. Gençler, yaşıyor olduklarının, bazılarının Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde anlatılanlara uyduğunu ve bu durumu düzeltmek için artık mücadele etmeleri gerektiğini anladılar ve ancak birlikte olurlarsa gereğini yerine getirebileceklerinin farkına vardılar. En önemlisi de özgürlük için, demokrasi için, gelecek için vermeleri gereken bu mücadelede, sadece ve sadece kendi güçlerine, kendi iradelerine, kendi dayanıklılıklarına ve kendi zekalarına güvenmek zorunda olduklarını ve tüm bu zorlu mücadele için gereken muhtaç oldukları kudretin, her birinin kendi damarlarında dolaştığını, bu mücadeleyi kazanmak için de, korku duvarlarını yıkıp hep birlikte ayağa kalkmaları gerektiğini gördüler. Önce arkadaşları, yaşıtları, sonra da hepimiz arkalarından gittik. Yani Türkiye’nin geri kalanı; bu gençlerin ağabeyleri, amcaları, babaları, anneleri, dedeleri, teyzeleri, kardeşleri, komşuları, böyle gereksiz ve haksız bir şiddete, sandıktan çıktı diye bu şiddeti demokratik hakkı olarak gören sağlıksız zihniyete ve önü alınmadığı taktirde bu sürecin devamının gidebileceği yerlere razı olmadılar.
Olayın Hükumet kanadı hakkındaki yorumlarınız nelerdir?
Çok sert bir kayaya çarptılar, Halka. Ülkede bir çok şehirde, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı sokaklara dökülen halka rağmen, Başbakanın kararından dönmemesi ve sanki bütün bu yaşanan olaylar Salı – Perşembe yaşadığımız sıradan ve önemsiz bir şeymiş gibi, sert ve uzlaşmaz bir demecin ardından, ülkede bu kadar önemli olaylar yaşanıyorken 1 haftalığına yurt dışına çıkıp programına devam etmesi herkesi zıvanadan çıkardı. Bir de bu kibirli tavırlara, Polis’in aşırı ve haksız şiddeti eklenince halk ayaklanması kontrolden çıktı.
Başbakan, Gezi Parkı’na AVM yapılması konusunda yanlış bir risk yönetimi hesabı yaptı ve bugüne dek yaptığı iyi her şeyi bir kalemde sildirebilecek kadar yanlış ve sonu olmayan bir maceraya soktu Hükümeti. Türkiye’nin de bir parçası olmaya çalıştığı çağdaş ülkelerin hiçbir şart altında taviz veremeyeceği, birey hak ve özgürlükleri konusundaki gerçek düşünceleri ve bunlardan beslenen aşırı eylemleri tüm dünyanın gözü önünde yaşandı ve hala yaşanıyor.
Batı dünyası, bir Başbakanın bir parka AVM yapılması konusunda halkıyla neden böyle kavgaya tutuştuğunu asla anlayamadı çünkü çağdaş dünyada şehirlerdeki parklar, bahçeler belediyelerin sorumluluğundadır, Başbakanların değil. Başbakanların çok daha önemli politik ve stratejik sorumlulukları vardır. Sonra da aslında Türk Başbakanının zaten hep böyle olduğunu ama bunun neredeyse tamamen kontrol altına alınmış medya sayesinde gözlerinden kaçtığını fark ettiler ve Türk medyasındaki inanılmaz sansürü ve oto sansürü acı içinde izlediler…
Kişisel gelişim temalı Kendi Everest’inize Tırmanın adını verdiğim kitabımda ve seminerlerimde, 64 adımda başarı ve mutluğun zihin haritası, yol haritası diye bir süreç anlatıyorum. Bu 64 adımın da, birbirlerinin ikamesi değil, tamamlayıcısı olduğunu vurguluyorum. Birbirini tamamlayan 64 adımımızın biri ‘düşüncelerinizi özgürleştirin’ maddesi.
Nasuh Mahruki: Özgür düşünebilmek, en az özgür olabilmek kadar önemlidir.
Atatürk bu yüzden öğretmenlerimizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmelerini ister. Özgür düşünmek yaşamsal derecede önemli bir konudur. Ben Atatürk’ün her dediği sözü çok severim, her sözü benim için bir yaşam düsturudur ama masamın üzerinde bir tek sözü yazar “Özgürlük ve Bağımsızlık Benim Karakterimdir.” Ama seminerlerimde şunu da söylerim; özgürlük bedava değildir, kimse kimseye özgürlüğü bedava vermez. Gerçek özgürlük için hem zihinsel hem fiziksel, maddi manevi her anlamda mücadele etmeye hazır olunmalı, bedelini ödemeli ve hak edilmelidir. Ne kadar hak edilirse, o kadar özgür olunabileceği unutulmamalıdır.
Türk Gençliği ve hemen arkasından da Türk Milleti, birey hak ve özgürlükleri için mücadele etmeleri gerektiğini ve eğer hep birlikte ayağa kalkıp mücadele etmezlerse, sürekli olarak birilerinin kendilerine yaşam tarzı biçmeye çalışmasını, bu şartlarda hiçbir zaman engelleyemeyeceklerini bu olaylarla birlikte kavradılar.
Halkın fark ettiği şey, özgürlüğünün olmadığı mıydı?
Evet, buydu. Giderek artan bir şekilde Hükumetin hepimize, kendi ideallerindeki bir yaşam tarzını dayattıklarını ve bunu da dini referanslarla yapıyor olduklarını ve eğer susmaya devam ederlerse giderek artan bir şekilde istemedikleri ve inanmadıkları bir yaşam tarzının içine çekileceklerini kavradılar. Bunu önce gençler fark etti çünkü dünyanın geri kalanıyla, bizim zannettiğimizden daha bilinçli bir iletişimleri, dolayısıyla farkındalıkları var. Onların akabinde yaşadıkları aşırı ve haksız şiddet üzerinden de bizler farkına vardık.
Cin şişeden çıktı artık! Bundan sonra bunu kimse geriye koyamaz. Bundan sonra tüm Türkiye’nin bu yeni sürece uyum sağlaması gerekmektedir. Yani, siyasetin de, muhalefetin de, siyasette bir yere gelmek isteyenlerin de, ülkedeki bütün güç odaklarının da bu yeni gücü ve yeni paradigmayı, yeni anlayışı, yeni beklentiyi çok iyi kavraması gerekmekte. Ama ne yazık ki henüz kavranamadı. Hala provokasyon, başka güçler, yabancılar, uluslararası medya, faiz lobisi, Soros, Otpor, vs deniliyor. Hiçbir şekilde inanmıyorum bu saçmalıklara. Hiç bir aklı başında vatandaşımın da bu dezenformasyonlara itibar etmemesini diliyorum.
Provokasyon yok mudur? Olmaz mı, kurt bulanık havayı sever. Alası vardır ve her çıkar grubunun kendi menfaatine olacak şekilde yapılıyordur. Provokatörler için, Gezi Parkı direnişinde yanlış üstüne yanlış yapan Hükumet ve Polis’in şiddeti ve acımasızlığından daha iyi ortam mı olur. Böyle bir kaos ortamı yaratılırsa, buna müsaade edilirse, mutlaka provokasyonlar da olacaktır. Ama bu olayların nereden kaynaklandığını, nasıl başladığını, neden buralara evrildiğini yok sayarak, Gezi Parkı sürecinde ilk baştan itibaren Başbakan’ın, Hükumet’in, Polis’in yaptığı stratejik ve taktik hataları görmezden gelerek işi provokasyona indirgemek, en başta 78 il de demokrasi için, birey hak ve özgürlükleri için ayağa kalkan ve yaratıcılıklarıyla, dayanışmalarıyla, birlikteliklerinin her aşamasındaki yüksek insani değerleriyle bütün dünyanın takdirini kazanan, başta Türk gençleri olarak milyonlarca insanımıza, bu asil mücadeleye hakarettir.
Ben yaralandığım için mecburen olayların büyüdüğü ilk gün bütün süreci hastanede, TV’de tüm kanalları da karıştırarak izlemeye çalıştım. Türkiye yakın tarihinin en önemli halk hareketini yayınlamayan kanalları, Çevik Kuvvet Polisi’nin akıl almaz sertliğini, yaşam tarzına saygı isteyen, birey hak ve özgürlüklerine dokunulmamasını isteyen vatandaşların inanılmaz ve saygıdeğer dayanışmasını, mücadele azmini, orantısız güce karşı orantısız zekayı, içindeki muhteşem mizahı ve bitmeyen biber gazı savaşlarını, gözlerime inanamayarak, ülkemi getirdikleri yeri içim parçalanarak izledim.
Polis ve halk, bir hiç uğruna günlerce düvüştüler, dövüştürüldüler. Yaralananlar, kör – sakat kalanlar, ölenler oldu. AKP ve Çevik Kuvvet Polisi bu ayıbın hesabını tarih boyunca veremeyecek. Türkiye ilk süreçte, Başbakanın Afrika seyahati sürecinde, korkunç bir şekilde 5 – 6 gün Devletsiz günler yaşadı. En kötü Devlet Devletsizlikten iyidir. O ilk günlerde TBMM, Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı filan ortada yoktu. Sadece, sonsuz biber gazı ve tazyikli su stoklarıyla, yer yer aşırı şiddete meyilli binlerce, on binlerce Çevik Kuvvet Polisi ve onlara karşı demokrasi adına, birey hak ve özgürlükleri uğruna sonuna kadar direnme kararlılığında olan, diri(lmiş) ve amacı olan sonsuz bir halk vardı.
Türkiye’nin hemen tüm illerinde günlerce çatışmalar yaşandı. Yaralanmalara, sakatlanmalara, hatta ölümlere, her tür şiddete ve tehdide, twitter’da mesaj attı diye evden alınmalara rağmen kimse geri adım atmadı. Çünkü bu olayların başlangıcında kesinlikle provokasyon yoktu. Başlangıcında tamamen birey hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla verilen ortak bir mücadele vardı. Gezi Parkı: Baskısı giderek artan ve hayatımızdaki etkisini artıran yasakçı ve dayatmacı zihniyete karşı isyan eden Halkın özgürlüklerini koruma mücadelesidir.
Sonraki günlerde, hele Sol örgütlerin ve PKK’nın, BDP’nin posterleri bahane edilerek Taksim’e Polis’in girmesiyle sonuçlanan süreçte tabi ki provokasyonların en alaları denenmiştir, yapılmıştır. Fırsatı bulunca kaçırmazlar tabi. Devletin, Polisin görevi, provokatörlerle sıradan protestocuyu ayırmak ve ona göre muamele etmektir. Devlet “Taksim’e gitmeye kalkan herkes teröristtir” diyemez. Vatandaşını kitleler halinde negatif ayrımcılık yaparak kategorize edemez. Ederse meşruiyetini yitirir…
Gelişmiş ülkelerin; Hak, Özgürlük ve Demokrasiye bakışı ne yöndedir?
Dünyanın en gelişmiş demokrasileri, insan haklarında en ileri yerlere ulaşmış ülkelerinin siyasi partileri, muhalefetleri, iktidarları, seçimlerde birbirlerine karşı avantaj elde etmek için hala; “nasıl daha fazla demokrasiye ulaşabiliriz, birey hak ve özgürlüklerini nasıl daha fazla genişletebiliriz” diye mücadele veriyor, bunun formülünü bulmaya çalışıyor. Çünkü artık dünyadaki en değerli şeyin ‘birey’ olduğunu herkes biliyor. Toplum bireylerden oluşur. Sağlıklı bir toplum ancak sağlıklı bireylerle oluşur. Bu dünyadaki en değerli şey; bireydir, insandır. Tüm sistem bireyin hak ve özgürlükleri etrafında kurulmalıdır. Gerçek ve sürdürülebilir bir demokrasiye ancak merkeze birey oturtulursa ulaşılabilir. Gerçek eşitliğe ancak, herkesin tüm kimliklerinden sıyrıldığı, diğer herkesle eşit bir insan, bir birey olarak temsil edildiği sistemlerde ulaşılabilir. Elinde terazi ve kılıç tutan Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri o yüzden bağlıdır. Adalet Tanrıçası, birey – insan olma kimliğinin dışındaki diğer tüm kimliklere karşı kördür. Türkiye’de şu anda yapılmaya çalışıldığı gibi etnisite veya mezhepleri sistemin merkezine alan tüm sistemler demokrasiden uzaklaşmaktan kurtulamaz. Çünkü etnisite ve mezhepler arasında doğal olarak meydana gelebilecek çatışan menfaatler, merkezinde bireyin olmadığı tüm sistemlerde kayırmacılığa, ırkçılaşmaya, ayrışmaya, çatışmaya ve bölünmeye yol açar. Bunu hiçbir normal ve sağlıklı insan isteyemez.
Özellikle Batı Dünyası, Hükümet’in Gezi Parkı protestolarını bastırma yöntemi ve sürece bakış açısı karşısında dehşet içinde kaldı ve Türkiye’de insan hakları ve özgürlüklerinin düşündüklerinden çok daha gerilerde olduğunu hayretler içinde gördüler. Batı Dünyası, tüm medeniyetini üzerine kurduğu insan hakları ve özgürlükleri konularında taviz veremez. Bu konularda benzer standartları hedeflemeyen hiçbir ülkeyi de kendileriyle eşdeğerde görmez.
Var olan ve var olacak olan tüm Barlas’lara selam olsun!
Haziran ayında ailenize katılan oğlunuz Barlas’a ‘hoş geldin’ demek istiyorum. Türkiye’de kahraman olarak anılan biri olarak, Barlas (kahraman – savaşçı) için nasıl bir ülke hayal ediyorsunuz?
Birey hak ve özgürlüklerinde, demokrasi kültüründe çağdaş medeniyetlerin içinde yer alan bir Türkiye hayal ediyorum. Siyasette şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin geçerli olduğu, tüm dokunulmazlıkların çağdaş ülkelerdeki gibi sınırlandırıldığı, Hukukun üstün olduğu, adil rekabetin ve fırsat eşitliğinin olduğu, ehliyetin ve liyakatın yükselmenin yegane koşulu olduğu bir Türkiye hayal ediyorum.
Nasuh Mahruki: Atatürk’ün izinde bir Türkiye hayal ediyorum.
Sadece bu koşulların varlığı bile, Türk Milleti’nin içindeki olağanüstü yaratıcı gücü ve yüksek enerjiyi ortaya çıkaracak ve ülkeyi, sürdürülebilir politikalarla üreterek büyütmeye yetecektir.
***
Yazar notu: Evet, işte böyle. Nasuh Mahruki’nin dediği gibi: Cin şişeden çıktı artık. Bu aşamadan sonra, halkımız ve tüm insanlık için her şeyin en hayırlısını diliyoruz. Teşekkürler Ali Nasuh Mahruki. Var olan ve var olacak olan tüm Barlas’lara selam olsun. Sevgilerimle…