Size bir geziden arta kalan izlenimlerden veya çocukluğumun Balkanları’ndan söz etmeyeceğim hiç şüphesiz… Yazının adından da fark etmişsinizdir. Bir yabancı gözüyle Balkanlar’da ‘Ramazan Akşamları’… Bu akşamlarda geçen hikayelerden söz edeceğim sizlere.
Branislav Nusiç’in Ramazan akşamlarındaki hikayeler, gerçekte Ramazan ayında geçer… Priştine ve Manastır’daki Ramazan Akşamları eski hayatımızın Anadolu’sundan, bir iki rengi saymazsak, pek de farklı değildir. Teravihten sonra bir dostun evinde oluşturulan dost meclisinde kasabanın ileri gelenleri toplanırlar; yer, içer, sohbet ederler, hikayeler anlatırlar. Dışarıda ise bu gecenin ahengine bir klarnet sesi eşlik etmektedir. Nusiç’in hikâyelerinde bu sesi illa ki, bir yerde duyarsınız.
Kitap, çevirmen Prof. Süreyya Yusuf’un “Branislav Nusiç” yazısıyla başlıyor. Süreyya Yusuf, bize Nusiç’i şöyle tanıtıyor: ‘Branislav Nusiç, geçen yüzyılın sonunda, henüz Osmanlılar’ın yönetimi altında bulunan Priştine ve Manastır kasabalarında on yıl kadar konsolosluk memuru ya da konsolosu olarak Türkler arasında bulunup; onların dilini, gelenek ve göreneklerini yakından tanımış, bunları 1898 yılında ‘Ramazan Akşamları’ başlığı altındaki kitabında, özel bir anlatışla yazdığı öykülerinde yansıtmıştır. Doğu renkleri ile Türkçe sözleri bol olan bu öyküler, Birinci Dünya Savaşı’na dek buralarda pek çok okunmuştur. İlk görünüşte romantik bir hava taşıyan bu öyküler, aslında yazarın da tanık olduğu bir yaşamdan alınan gerçeklerdir. Priştine ile Manastır’daki Türk dost ve tanıdıklarından öğrendiği olguları Nusiç, bu öykülerinde duygulu bir dille anlatıvermiştir kendi ortamına. Ramazan Akşamları öykülerindeki kadın- erkek ilişkilerinde iyice duyulan bir balad (Şiirin müziğe uyarlanmış hali) kokusunun var olması pek doğaldır. Çünkü o zamanın gerçeğini, derin ahlar ile bol yaşlar arasında, özden sevinçlerle kahkahalar nitelendirmektedir.’
Şunu da belirtelim ki, 1864 Belgrat doğumlu olan Nusiç, Sırp Edebiyatı’nın büyük komedi yazarı olarak bilinir daha çok. Milletvekili, Şüpheli Şahıs, Nazırın Karısı en çok oynanan oyunlarındandır. 1938’de ise Belgrat’ta ölmüştür.
Çevirmen Süreyya Yusuf’un, Eski Yugoslavya’da Köprülü’de 1923 yılında doğduğunu ve Balıkesir Ören’de kalp krizi sonucu 1977’de öldüğünü belirttikten sonra, 1973 yılında Priştine Üniversitesi’nde açılan Şarkiyat Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak bulunduğunu ve bu üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün açılması için mücadele verdiğini; bugün var olan bu bölümde adına ödül verilen, kültürümüze hizmet etmiş çok değerli bir Türkolog olduğunu da söyleyelim. Bıraktığı eserlerinden bazıları; Dilimiz ve Biz, Ali Ağa, Ömrümün Tek Rüyası, Düş ve Gerçek, Yugoslavya Türk Şiiri…
Kitabın esasını oluşturan öyküler geçmeden önce Nusiç’in kitabını ithaf ettiği eski Sırp Şairi Yovan İliç’e yazdıklarını es geçmemek gerekir sanıyorum. Şaire, ‘Baba’ diye seslenen Nusiç, yazının başlığında padişahın egemenlik alanının büyüklüğünden, sahip olduğu denizlerden, yönetimi altındaki milletlerden, şehirlerden, İstanbul’dan söz ederek şöyle sürdürüyor yazısını:
‘Böyle sonsuz bir devlette kocaman dağlar, büyülü göller var; zeyrek (Anlayışlı, uyanık, zeki) dervişler ile güzel kadınlar, parlak şadırvanlar ile serin gezinti yerleri, kokulu bahçeler ile daracık sokaklar, yüksek minareler ile alçak kubbeler, gizli haremler ile sıcak hamamlar, alacalı nargileler ile sırmalı tabancalar, keten helva ile pembe portakallar, yağlı pilavlar ile kara zeytin taneleri var. Daha neler, neler – zengini de ,yoksulu da; azgını da, uslusu da; namuslusu da, namussuzu da; soylusu da, soysuzu da; her türlüsü- her âdet ile her dinden olanı da var.
Padişahın bu geniş damı altında kaynaşan şu insanlar arasında neler olmuş, neler de olacak daha… Olagelenlerin kaleme alınanları da var, ama hiçbir kaleme alınmayanları da var.
Eğer ben de bir şeyler karaladımsa bu kadarını bile senden öğrendiğimden, bu kitabı sana sunuyorum.’
Altı hikayeden oluşan bu küçük kitapçık kendisi de, Üsküplü olan Rahmetli Yaşar Nabi Nayır’ın sağlığında yayınladığı Varlık kitaplarında biri. Ekim 1967 İstanbul basımı ve yetmiş altı sayfadan oluşuyor.
Branislav Nusiç’in kendisi de Ramazan akşamlarının güzelliğinin farkında… Kitaptaki öykülerden biri olan Hacı Yakup Berber’de şöyle diyor: ‘Güneş batmıştı. Bayrak Camii’nde dalgalanıyordu küçük al bayrak. Kaledeki top iftarı bildirdi, müezzinler de minarelerden akşam ezanını okudular. Anlaşılan güzel, serin bir gece olacak, Ramazan gecelerinden daha güzeli var mıdır hele…’
Çok önceleri okuduğum, ortaokul yıllarımda, bir kitap Ramazan Akşamları… Kulakları çınlasın, çocukluğumun yakışıklı, kültürlü, çok okuyan, evlerinde zengin bir kütüphane sahibi, kahramanım olan Hasan Ağabey tavsiye etmişti. –Bu arada belirteyim, adı geçen Hasan Ağabey, Prof. Dr. Hasan Akay’dır.-
Yıllar sonra Rahmetli şair Ahmet Haşim’in ‘Müslüman Saati’ denemesini okuyunca bu kitap aklıma düşüverdi. Dimağımda kalan tadını hatırladım birden. Yazarını unutmuşum. Kitaptaki ‘Sevda’ hikayesinden bahsettiğim öğrencilerimden Halil İbrahim Aktaş, kitabı internet ortamından temin etmiş. Bana hediye etti. Yıllar sonra eski bir dosta kavuşmuş gibi oldum. Kitabı hemen o akşam okudum tekrar. Kitabın yeni baskılarının yapılmadığını da, belirtmeliyim bu arada. Okumayı düşünürseniz, ya bir kütüphaneden temin edeceksiniz ya da internette araştırıp alacaksınız.
Kitaptaki öykülerin hepsi de birbirinden güzel ve ilgi çekici. Balkan Savaşı öncesi Balkanlar’daki yaşantımıza dair kurmaca örnekler…
Düşmanlar öyküsünde iki aile arasında kangren haline gelmiş, nesilden nesle aktarılan bir düşmanlığın kadınca bir bakış açısıyla nasıl çözümlendiğini okuyoruz. İlk Yaşmak’ta çocukluktan genç kızlığa geçişte yaşanan sıkıntılara, bir büyüğün çocuk duyarlılığını yitirmeden, nasıl yaklaştığını görmek mümkün. Nedenini bilemiyorum, ama bana Ömer Seyfettin’i hatırlattı. Salih Piç’te hazin bir sonla karşılaşıyoruz.Günah kanla temizleniyor, yazarın ifadesiyle… Hacı Yakup Berber öyküsünde yazar, öykünün içine bir başka fantastik öykü yerleştirmiş. Hac dönüşü kervanını kaçıran Hacı Yakup Berber’in kervana yetişmeye çalışırken başına gelenler anlatılıyor bir Ramazan gecesinde. Kahkaha öyküsünde ise gösterişten öteye geçemeyen bir zikir sırasında yaşanan komik bir durum hikaye edilmiş…
Bu güzel öyküler içerisinde benim favori öyküm ise Sevda. Bu öyküde Yakovalı Salih Ağanın oğlu Davut Efendi ile Latif Ağanın kızı Zülfiye arasındaki sevgi anlatılıyor. Yazar, çarşafa giren genç kızların kısmetlerini görebilmek için ayın on dördü olduğunda, ayna yardımıyla ve Kuran’dan Yasin Suresi’ni okuyarak gerçekleştirdikleri bir çeşit ritüelin detaylarını da veriyor bize öykünün içinde…
Sevda öyküsünden daha fazla ayrıntı vermeyeceğim size. Ancak öykünün ikinci ve üçüncü paragraflarında çok güzel bir Ramazan akşamında sevdayı somutlaştırarak, onun farklı bir konuşması olduğundan dem vuran yazarın, aşağıdaki satırlarıyla yazıma son veriyorum:
‘Yeğnik ve yumuşak bir esintiden ağaç dorukları sallanıyor, yapraklar titreşiyor, bahçelerden de ılık bir koku her tarafa yayılıyordu.
Bütün bu sessizlik içinde de, kumru sesi gibi üzgün, bir gün kadar da esen bir klarnet sesi, hemen her akşam, mahalle kenarındaki geniş bahçeli alçak evceğizlerin kuytu bir bahçesinden inim inim inliyordu. Bu ses, şimdi, bir su şırıltısı gibi ya da yaprakların hışırtısı gibi; sonra çiçeklerin kokusu gibi ya da gönül inleyişi gibi dalga dalga yayılıyordu uzaklara… Yükseliyor, yükseliyor, kişiyi coştururcasına yükseliyor, sonra birdenbire uyutacakmış gibi işitilmez oluyordu. Coşa coşa gene alıp yükseklere uçuruyor, daha bir adım kalıyor göğe, o zaman yıldızlar da yakın oluyor kişiye… Sonra, ine ine yeşil çimenlere iniyor, alacalı çiçeklere, yumuşak döşeklere, kızların göğüslerine konuyordu… Kimi içini parçalıyor, kimi melhemler sürüyor iç yarana; kimi dudaklarını, ağzını kurutuyor, kimi tatlı şerbetle ıslatıyor boğazını…
Böyle konuşmayı bilen de sadece sevdadır…’