Van Gogh Müzesi: Van Gogh’la bir gün

Dışarıda deli gibi yağan Flemenk yağmuruna ve sıcak otel odamın tüm rehavetine rağmen bugün yaşayacağım deneyimin heyecanıyla kalktım yataktan. Kendimi sıcak suyun yatıştırıcı etkisine bıraktığımda aklımda sadece o vardı: Dünya resim tarihinin en önemli dehalarından Vincent Van Gogh ve tabi ki onun ünlü yatak odası.

Hollanda’nın özgür başkenti Amsterdam’da bulunan Van Gogh Müzesi’ne 2010 yılında gelmiş, fakat restorasyona alınan bu tabloyu görememiştim. Bugün, neredeyse ezbere bildiğim müzeye, sadece bu resim için gidiyorum.

Taze ekmek, nefis Hollanda peynirleri, incecik dilimlenmiş salamlar ve özel olarak tatlandırılmış kahve ile yaptığım kahvaltıdan sonra birkaç kelime Türkçe öğrenmiş resepsiyondaki sempatik Hollandalı görevliye oda anahtarlarımı teslim ederek kendimi tertemiz Amsterdam caddelerine bıraktım. Damlamaktan çok şemsiyemi adeta döven iri yağmur damlalarının bozuk ritmini dinlerken attığım her adımda o sarı odaya yaklaştığımı hayal ediyor, yüzümdeki şapşal tebessüme engel olamıyordum.


Gerrit Rietveld tarafından tasarlanan ve 1973’te açılışı yapılan müze binası modern çizgileriyle göz alıcı ve estetik bir bina. Binanın cephesine asılmış büyük boylardaki sarı yatak odasının tanıtımı oldukça davetkâr. Girişte şemsiyemi kapatıp daha önceden almış olduğum biletle müzenin rahatlatıcı ortamına giriş yapıyorum. Yağmura rağmen ciddi bir ziyaretçi topluluğu olduğu dikkatimi çekiyor.

Vincent Willem Van Gogh’un (D. 30 Mart 1853, Groot Zundert, Noord-Braband, Hollanda / Ö. 29 Temmuz 1890, Auvers-sur-Oise, Fransa) yaşamına ilişkin kronolojik bilgilerin verildiği yerden geçerken zeminde yankılanan hızlı adımlarımla hedefime doğru ilerliyorum.

Gerek Mimar Sinan G.S.Ü. sanat tarihi bölümünde aldığım 20. Yüzyıl dersi kapsamındaki eğitim ve sonrasındaki Van Gogh araştırmalarım olsun, gerekse bir önceki gelişimde bu müzede geçirdiğim uzun saatler olsun; yine de olağanüstü tabloların başladığı noktada duraksamama engel olamıyor.

Tabloların sergi alanında başladığı bu noktada, Van Gogh’u resim yapmaya teşvik eden ve hayatı boyunca destekleyen kardeşi Theo’ya (Theodorus Van Gogh) minnet duymamak elde değil. Resimlerin önünden seri adımlarla geçerken, Van Gogh’un kısa, ama dünya sanat tarihini etkileyecek kadar derin sanat serüveninin geçirdiği evreleri yeniden ve bu kadar yakından görebildiğim için şanslıydım. Her ne kadar kısa bir sanat yaşamı olsa da Vincent Van Gogh oldukça üretken bir ressamdı.

İş ve aşk yaşamındaki başarısızlıkları, misyonerlik yaptığı dönemde Borinage maden işçilerinin yanında yaşadığı hayal kırıklıkları, babasının ölümü ve depresif yapısıyla sanatının ilk dönemindeki karamsarlık, tablolarında açıkça gözlemlenebilmektedir. Van Gogh, bu durumunu kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta: ‘Yaşamım tam bir başarısızlık’ sözleriyle ifade etmiştir.

Hollanda sanatına bağlı kaldığı dönemde yaptığı en önemli yapıtı, şu an ister istemez önünde duraksadığım Patates Yiyenler. (The Potato Eaters – 1885)  Hiçbir idealizmin bulunmadığı bu gerçekçi resim Van Gogh’un dehasını ve tüm sanatsal yeteneklerini yansıtır.

1886-1888 yılları arasında Paris’te kaldığı dönemde izlenimcilerle tanıştığı gibi Japon estamp (oymabaskı) sanatını da keşfeder. Bu dönemin Van Gogh üzerindeki etkisi açıktır. Gittikçe açılan ve onun köşeli paletinde skalası çeşitlenen renkler, yumuşayan konturlar ve sanatına yön veren teknik deneyler.


Bu teknik denemeler natürmortlarında, manzaralarında, portrelerinde ve self-portrelerinde karşımıza çıkmaktadır. Manzarayla beraber canlanan ve çeşitlenen renklerin etkisinin görülebileceği Fishing Boats on the Beach at Saintes-Maries (Saint Marie Kumsalındaki Balıkçı Kayıkları – 1888) tablosunun önünden geçerken kıyıya vuran suyun sesini ve sahildeki hafif esintiyi duyar gibi oluyorum.

Birçok sanat tarihçisine göre Van Gogh sanatının zirvesine Şubat 1888 ile Mayıs 1889 arasında kaldığı Arles’de ulaştı. Bugüne kalmayan Arles’deki meşhur sarı evi Van Gogh Müzesi’ndeki tablodan görebiliyoruz. Bu sarı eve bakarken Van Gogh ve Gauguin gibi iki ustanın bu evde kaldığını düşünmek heyecan verici. Yaşadıkları tartışma sonucu Gauguin’in topladığı eşyalarla sarı evin kapısından çıkışını, Van Gogh’un endişeyle karışık dehşet verici yüz ifadesiyle onu takip edişini görür gibi oluyorum. Ve sonrasında o ünlü kulak memesini kestiği hadisenin yaşanması!

Arles’de, sanatının en güçlü dönemini geçiren Van Gogh renk ve ışık kullanımında özgünleşmeyi başarmış, tüm duygusal taşkınlıklarını tablolarına yansıtmıştır. Yaşadığı ruhsal gel gitler, iç sıkıntılar, yalnızlığı, fırça darbelerinde hayat bulan coşkunluğu ve arayışı… Renklerin, tonların, ışığın, darbelerin çarpışmasına götürmüştür onu. Çiçekler ( Özellikle Ayçiçekleri serisi) manzaralar, portreler, iç mekânlar; Van Gogh’un Arles günlerinin tanıkları olarak günümüze kadar gelmiştir.

Ve benim için büyük buluşma. Sarı evin sarı odası ve iki yıllık hasretimin sona erdiği an. Vincent’ın Yatak Odası. (Vincent’s Bedroom in Arles – 1888) Van Gogh’un 1888 yılının Ekim ayında yaptığı ve önceden özenle dekore ettiği yatak odası tam karşımda ve büyülenmemek elimde değil. Gözlerim zeminde, yatakta, duvarlarda, masada, iki adet sandalyede, kapalı pencere kanatlarında, duvara asılı kendisine ait diğer tabloların minik örneklerinde (Meşe Ağacı ve Kayalar, Eugene Bosh’un Portresi, François Millet’in Portresi) gezinirken; resmin Van Gogh’a özel renklerinde, yine ona özel fırça darbelerinde yitip gitmemek için çırpınsam da başaramıyorum. Ben, tablonun beynimde yarattığı anaforun içinde yitip giderken müzedeki uğultu da bir anda son buluyor.

Şimdi, bu sessizlikte tablonun içindeyim adeta. Zemine bastıkça çıkan gıcırtıları duyabiliyor, dışarıda Arles sakinlerinin yaptığı gürültüye kulak misafiri olabiliyorum. Aşağıya eğik perspektif beni bir an yanıltsa da bunun Van Gogh’un odasındaki mimari bir detaydan kaynaklandığını biliyorum. Kapıya yakın olan taraftaki sandalyeye oturup Japon etkisi verilmek için basık yapılan tavana bakıyorum ve elbette ki sağ taraftaki eğiklik dikkatimi çekiyor. Renklerin ve o renklere uygulanan tonlamaların Van Gogh’un hayatında önemli bir yerinin olduğunu, bir çeşit sembolizm içerdiğini, kendi çalkantılı yaşamına tezat oluşturacak şekilde yalın ve dingin anlatımını bildiğimden gözlerim doluyor. Van Gogh gibi bir deha, bu sarı odada, kim bilir günler geceler boyu ne taşkınlıklar, bocalamalar, kırıklıklar ve hatta krizler geçirdi. Ve bunun içindir ki, hiçbir zaman yakalayamadığı huzuru bu odayı dekore edip eşsiz sanatıyla ölümsüzleştirerek ortaya koymak istedi. İçindeki boşluğu, yatak odasının boşluğuyla ifade etti. Resme bakan insanların ‘beyninin ve hayal gücünün dinlenmesini’ istemişti.

Benim şu an gördüklerimi Theo’ya yazdığı mektupta şöyle anlatmıştı Van Gogh: ‘Duvarlar soluk menekşe. Yer döşemesi kırmızı. Yatağın ve sandalyelerin ahşabı taze tereyağı sarısı, çarşaf ve yastıklar ise çok açık yeşilimsi citron sarısı. Battaniye scarlet kırmızısı. Pencere yeşil. Küçük masa turuncu, üzerindeki leğen mavi. Kapılar eflatun. Hepsi bu, odadaki her şey son derece açık ve net. Mobilyaların çizgileri de salt dinlenceyi vurgulamalı. Duvarda portreler, bir ayna, bir havlu ve bazı kıyafetler var. Çerçeve -resimde hiç beyaz olmadığı için-beyaz olacak. Böylece zorla dinlendirilmemden intikamımı alacağım. Bütün gün üzerinde çalışacağım, ancak tasarımın ne kadar basit olduğunu görüyorsun. Hiç gölge yok, aynen Japon baskılarında olduğu gibi hafif tonlar kullandım.’

Van Gogh’un 1887 yılında yaptığı self-portresindeki haliyle odaya daldığını, hararetli hareketlerle başındaki fötr şapkayı çıkarıp yatağa fırlattığını, kızıl sakallarını sıvazladığını, tuvalini konumlandırdığını ve köşeli paletini eline alarak hızlı ve anlık fırça darbeleriyle odasını resmedişini gözümde canlandırdığımda tanık olduğum sahnenin düşselliği ile kendimden geçtim.

Sarıya olan takıntısını bolca içtiği absente bağlayanlar olduğu gibi sara tedavisi sırasında kullanmış olabileceği digitalisi (yüksükotu) de unutmamak gerekir. Sebep her ne ise, resim tarihinin en etkileyici sarısının ortaya çıktığı gerçeği gün gibi ortada.


Müzenin kapanacağına dair yapılan uyarı anonsluyla kendime geldiğimde akşam olmak üzereydi. Saatlerimi bu tablonun önünde geçirdiğime inanamıyorum. Yağmurun dindiği Amsterdam akşamına çıktığımda ıslak caddeleri arşınlarken, Van Gogh’un intihar ettiği andaki duygularını anlamaya çalışsam da başarabileceğimi sanmıyorum.

Frida Kahlo: Viva la Vida