Savaşların tarihi insanlığınki ile eş zamanlı başladı. İlkel kabilelerde savaş, var olmanın ve yaşayabilmenin nedeniydi; günümüz uygar toplumunda ise kaynakların ele geçirilebilmesi, yeni pazarlar elde edilebilmesi, ucuz iş gücü oluşturmanın tek sonucu durumuna geldi.
Jean Paul Sartre’ın ‘Özgürlük Yolları’ roman üçlemesindeki kahramanlar gibiyiz, savaşın eşiğinde mantığımızın sesine kulak vermeden bekliyoruz. Romanın kahramanı Mathieu gibi topluma ve dünyaya yabancılaşmış, kendimizi yalnızlığa mahkum etmişiz neredeyse. Suriye ile savaşın başlaması çok büyük olasılıkla gerçekleşecek; bizler korku ile ölüm ve yaşam arasında gidip gelen dünya halkları olarak, geleceğe akan zamanın başında beklemekteyiz. Bu acılar, ölümler, göçler daha önce de yaşanmıştı.
Hiç olmazsa tüm dünyada bir günlük barış olsun
1. Dünya Savaşı’nda on milyon, ikincisinde elli milyon insan yaşamını kaybetmiştir. Bu insanların yarısını siviller oluşturmaktaydı ve katilleri neyi, neden öldürdüklerini bilmiyordu. Mustafa Kemal Atatürk: ‘Vatanı müdafaa mecburiyeti yoksa, harp bir cinayettir’ sözü ile barışın yaşama dönük ve onu korumanın daha büyük özveri gerkektirdiğinin tanımını yapmıştır.
Hitler’in, Polonya’yı işgal ettiği ve 2. Dünya Savaşı’ nın başladığı tarih olan 1 Eylül 1939, 30 Kasım 1981’e kadar ‘Dünya Barış Günü’ olarak kutlanmış, bu tarihten sonra BM (Birleşmiş Milletler) üye ülkelerinin oy birliği ile savaşların sonlandırılabilmesi ve dikkatlerin barışa çekilebileceği gün olarak Eylül ayının üçüncü salısını ‘Uluslararası Barış Günü’ olarak kararlaştırmıştır. 7 Eylül 2001 tarihinde ‘Savaşsız Bir Gün’ adı altında çatışmaların bir gün bile olsa sonlandırılması, ateşkesin sağlanması ve kalıcı barışın getirilmesi için 21 Eylül ‘Dünya Barış Günü’ ilan edilmiştir.
Bu tarihin seçilmesinde İngiliz Film yapımcısı ve aktivist Jeremy Gilley’in 1999’da başlattığı ‘Hiç olmazsa tüm dünyada bir günlük barış olsun’ kampanyası etkili olmuştur. O tarihteki BM Genel Sekreteri Kofi Annan ‘Dünya Barış Günü, tüm dünyada, tüm ülkelerin ve tüm insanların düşmanlıkları ve savaşı yirmi dört saat süreyle durdurdukları, küresel ateşkesin ilan edildiği bir gün anlamını taşımaktadır. Ve bu gün tüm dünyada yerel saatle on iki’ de bir dakikalık saygı duruşu yaptıkları gündür’ açıklamasını yaparak, sivil ölümlerin önüne geçilmesi için, gerekli çabaların gösterilmesini ve barışın ölümden çok yaşatmaya yönelik olduğunun altını çizmiştir.
2. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD, Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atarak yüz kırk binden fazla insanın ölümüne neden olmuştur; daha sonraki yıllarda radyasyonun etkisi devam ettiğinden on binlerce insan daha yaşamını kaybetmiştir.
Atom bombasının yıkıcılığının denendiği Japonya, savaşların ve nükleer silahların yeryüzünden silinmesi, insan kıyımlarının son bulması için, her ne kadar ironi taşısa da dünya üzerinde yaşayan çocukların gönderdiği bozuk para ve madalyonlardan yapılan ‘Barış Çanı’nı BM’in New York City’deki genel merkezine hediye etmiştir. Her 21 Eylül’de bu çan, savaşların dehşetine ara vermek için çalınmaktadır.
İkiyüzlü barış
Savaşları başlatan güçlerin ‘Dünya Barış Günü‘ kutlamaları, her ne kadar iki yüzlü bir davranış olarak görünse de sonuçta insanlık için bir gelişmedir; çünkü ekolojik sistem, suyun, havanın ve toprağın geri dönülemez biçimde kirlenmesi ile bozulmaya devam etmektedir. Dünyanın kaynakları sınırlıdır ve hiç de adil olmayan şekilde paylaşılmıştır. Savaşların çıkış noktası bu kaynaklara sınırlı erişim olmasından ve tüm insanlığa yetmemesinden oluşmaktadır. İnsanlar birbirlerini bir ülkü uğruna öldürdüklerini sanırken, dünya üzerinde tek suçları yaşamak olan diğer türleri de yok etmektedirler. 21 Eylül salt insanlık için değil, nefes alabilen tüm canlılar için de Barışın istendiği bir gündür.
Amerika Birleşik Devletleri’nin demokrasiyi götürdüğünü iddia ettiği Irak’ta kendi vatandaşı on bin insanı ölürken, bu ülkenin iki yüz bini sivili yaşamını kaybetmiştir. Suriye’de yaşanan iç savaşta, Mısır’ da halkını katleden darbeci yönetimin kurbanları genelde sivillerden oluşmaktadır. Tarih boyunca savaş çözüm olarak en son sırada yer alırken, 21. yüz yılda, aferist (işbirlikçi), oportinist (fırsatçı), egoist (bencil), popilist (kendi çıkarları için halktan yana görünen) siyasetçilerin yönetime gelmesi ile savaş ilk seçenek olmuştur. Dünya artık, bilge adamların çözümlerini değil, ayakkabısının arkasına basan mahalle kabadayılarının yumruklarının hüküm sürdüğü, korkunun egemen olduğu bir gezegene dönüşmüştür.
Savaşların tarihi insanlığınki ile eş zamanlı başlamıştır. İlkel kabilelerde savaş, var olmanın ve yaşayabilmenin nedeniydi; günümüz uygar toplumunda kaynakların ele geçirilebilmesi, yeni pazarlar elde edilebilmesi, ucuz iş gücü oluşturmanın tek sonucu durumuna gelmiştir. Kapitalizm, kendi yasalarının dışına çıkan her toplumun başına bombalar yağdırmakta, teröristlikle suçlamaktadır; köleliği kabul etmeyen her yönetim diktatör kabul edilmekte ve devrilmesi için halkların etnik, kültürel, dini duyguları ön plana çıkarılmakta, iç savaşlar körüklenmektedir.
Dünya Çocuklarının Durumu
Unicef tarafından 1996 yılında yayınlanan ‘Dünya Çocuklarının Durumu’ raporuna göre: 1986- 1996 tarihlerinde gerçekleşen savaşlarda iki milyon çocuğun öldüğü, beş milyon çocuğun sakat kaldığı, on iki milyon çocuğun evsiz, bir milyon çocuğun ise anne- babasını kaybettiği ve on milyon çocuğunda psikolojik travmalara maruz kaldığı açıklanmıştır. Günümüzdeki iç savaşlara ve işgallere baktığımızda sayının kaça katlandığını ön görebilmek için falcı olmaya gerek yok sanıyorum.
Arap Baharı ile başlayan ve emperyalist ülkelerin doğrudan veya dolaylı olarak karıştığı, Tunus, Suriye, Mısır, Libya gibi ülkelerde özellikle çocuklar insan kıyımlarına tanık olmakta, ölüm tehditleri ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Sayıları çeyrek milyona varan ‘Çocuk Asker’lerin durumunu ve öldürmeye programlanmış robotlara dönüştürüldüklerini de unutmamak gerekiyor.
Dünya nüfusunun yedi milyara ulaşmasıyla, yaşam kaynaklarının tüm insanlığa yetmemeye başlamış olduğunu ve savaşların bu yüzden çıktığının tanısını yukarıda dile getirmiştik; tarım için toprak, su, enerji kaynakları ve madenler yaşam mücadelesinin öznesini oluşturmakta ve paylaşımın sınırlı olmasından dolayı da savaşların gerekçesi olmaktadır. Salt tüketim üzerine kurulmuş piyasa ekonomisi ile bu kaynakları tekelinde tutmak isteyen güçlerin ‘ Demokrasi’ ülküsü boşlukta kalmaktadır. Dünyanın egemen devletleri, kaynaklarını kullanabilecekleri ülkelere kendi uydu yönetimlerini getirdiklerinde insanların yaşam savaşı başlamakta, gerek özgürlük, gerekse ekonomik durumları kısıtlandığında ‘ Göç ve İnsan Kaçakçılığı’ gibi daha büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır ki, gerçek savaş da budur; insanların göç etmesinin önüne geçmek için gerekli düzenlemeler yapılmadan savaşlar asla engellenemez.
İnsan ticareti
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren TCK’nın (Türk Ceza Kanunu) 80. maddesinde insan ticareti tanımı yapılarak, bu suç için 8 yıldan 12 yıla kadar hapis ve on bin güne kadar adli para cezası getirilmiştir.
TCK’nın 80. maddesinde 19 Aralık 2006 tarihinde yapılan değişiklikle insan ticareti tanımına ‘fuhuş yaptırmak’ da eklenmiştir. Böylece insan ticaretinin en önemli boyutu olan zorla fuhuşun 80. maddeden cezalandırılması sağlanmıştır. TCK 80. Maddedeki yasal değişikliğin olumlu sonuçlarının ortaya çıkmadığı kıyılarımızda batan kaçakçı gemilerinden, özellikle çocuk ve kadın cesetlerinin, umutlarının barışa giden yolda boğulmasıyla görülmüştür.
Yaşadıkları ülkenin rejim değişikliği, etnik çatışmalar, kaynaklarının ele geçirilebilmesi için işgal edilmesi, askeri darbe gibi nedenlerden dolayı, insanlar yaşadıkları yerleri bırakmak zorunda kalmaktadırlar; çocukların daha iyi bir geleceğe kavuşması, daha demokratik bir ortam, ekonomik refah göçün nedenidir. İnsan tacirlerinden umut satın aldıklarını sanan göçmenler, gönüllü köleliği kabul etmekte, yurtlarını bir daha göremeyeceklerini bile bile sonu belirsiz maceraların isimsiz kahramanları olmaktadırlar. Bu macera bazen, karanlık okyanusların soğuk sularında, bazen de konteynerlerin havasız deliklerinde sona ermektedir. Yakalanan göçmenler, mülteci kamplarında geri gönderilmelerinin kabusuyla yaşamaktadırlar, onları bekleyen hapis, ölüm veya dışlanmaktır.
Göçmenlere bakış açısı şöyle özetlenebilir:
Siyasallaşan şiddetin yaşamı zorlaştırması ve barışın ortadan kalkması ile kaos ortamında yaşayan insanların, sosyal barış olanaklarına sahip ülkelere gitmek istemesi; bu göç işini organize eden suç örgütlerinin binlerce dolar karşılığında risksiz bir kazanç sağlaması; Çözüm olarak sunulan: Gerek siyasal, gerekse polis gücünün bölge ülkeleriyle ortak bir çalışmaya girmesi, ağır yaptırımların uygulamaya sokulmasıdır. Sorunun ortaya konulması ve çözüm olarak sunulan görüş insan kaynaklı olmaktan çok uzaktır; polisiye tedbirlerle göçün önlenebileceği kuşkuludur.
Coğrafi konumundan dolayı Türkiye, göç güzargahı üzerinde bulunmaktadır. 1990′ dan sonra Sovyet blok dağılmış, Romanya, Rusya, Moldova, Ukrayna, Belarus gibi ülke vatandaşları yeni bir ideolojinin ve yaşam biçiminin başlangıç noktasını Türkiye olarak belirlemişlerdir; bavul ticaretinin arttığı, seks pazarının vazgeçilmez olduğu, iki üniversite bitirmiş doktorların, bilim insanlarının, entelektüellerin ucuz otellerde bir kaç dolar karşılığında vücutlarını sattığı bir ülke olmuştur. Arap Baharı’nın savurduğu Suriye, Mısır, Afgan, Irak, Pakistan, İran ve Bangladeş gibi ülke insanlarının yasa dışı göçlerinde köprü durumuna gelmiştir Türkiye.
Türkiye’ de kara sınırlarının korunması, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığına bağlı sınır birlikleri; deniz sınırlarının korunması Sahil Güvenlik Komutanlığınca sağlanmaktadır. Hudut ve Gümrük kapılarındaysa İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı birimler tarafından yapılmaktadır. Yakalanan göçmenler, geri kabul edilme anlaşmaları yapıldığından ülkelerine iade edilmektedirler.
Avrupa Birliği üyelik sürecinde, yasa dışı göçmen gönderen ülkelerle belirli tarihlerde geri kabul anlaşmaları imzalanmıştır.
1- Suriye ile 2001 tarihinde Geri Kabul Anlaşması imzalanmış fakat, son dönemde en büyük göç bu ülkeden olmuştur. Suriye’ li muhalifler Hatay ve çevre illeri karargah durumuna getirmiş ve Türkiye tarafından da desteklenmiştir.
2- Yunanistan ile 8 Kasım 2001
3- Kırgızistan 6 Mayıs 2003
4- Romanya 19 Ocak 2004
5- Ukrayna 7 Haziran 2005
6- Pakistan 7 Aralık 2010
1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci, ırkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti, siyasi düşünceleri nedeniyle kendi ülkesinde zulüm görmekten korku duyan ve bu korku yüzünden ülkesinden kaçmak zorunda kalan, başka bir ülkeye sığınan kişi olarak tanımlanmıştır.
Türkiye, Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamasına rağmen coğrafi sınır kısıtlaması uygulamaktadır. Bu uygulamaya göre, Türkiye’ ye sığınan kişi Avrupa’lı değilse mülteci olarak kabul edilmiyor ve anlaşmanın gereği olan haklardan yararlanamıyor. Bu kişilere geçici olarak sığınma hakkı veriliyor ve ülkelerine gönderilemeyenler uzun yıllar süren sağlıksız koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar.
Türkiye üzerinden Avrupa veya başka ülkelere gitmek isteyen göçmenler için, sırat köprüsünden farksız bir durum ortaya çıkmaktadır; ne geri dönebilmekte ne de ortam değiştirebilmektedirler, tek yol olarak kaçtıkları ülkelerine iade edilmeleridir ki, bu da onlar için tehlikenin üst sınırıdır. Türkiye, Mülteci Sözleşmesi’ne taraf olup, uygulamada Avrupa Konseyi dışındaki ülkelerin vatandaşlarını mülteci olarak tanımayan tek devlettir. Göçmenlerin, Türkiye’ den insan hakları ihlallerinin yoğun olduğu ülkelere zorla geri gönderilmeleri de yaygın olan bir uygulamadır. Göçmenler, Türkiye’ deki koruma sağlamanın olanaksızlığından dolayı Avrupa’ya geçebilmek için ‘İnsan Kaçakçıları’ ile zorunlu olarak anlaşma sağlamakta ve sonuç genelde trajik olmaktadır.
Unicef’in İnsan Kaçakçılığı ile ilgili bazı raporlarında şu bilgiler yer alıyor:
1- İnsan kaçakçılığı, bu suçu işleyenlere her yıl on milyar doların üzerinde kazanç sağlamaktadır.
2- İnsan kaçakçılarınca evlerinden uzaklaştırılıp çalıştırılan çocukların tam sayısı saptanamıyor, çünkü çocuk kaçakçılığı bu suç içinde en fazla gizli tutulan durum. Kurbanların çoğu korktuğu için adli makamlara başvurmuyor, bir tahmine göre insan kaçakçılığında kurbanların yarısı çocuk.
3- Kaçakçılığa maruz kalan çocukların ailelerinin çoğu çocuklarının eğitileceğini ya da iyi bir iş bulacağı vaadiyle kandırılıyor. Çocukların çoğu ülkelerinin dışına götürülüyor, böylece daha çaresiz bırakılıyor. Genellikle kırsal alandan alınan çocuklar, büyük kentlere götürülüyor.
4- Asya ve Doğu Avrupalı çocuklar, insan kaçakçılarınca daha çok seks kölesi olarak kullanılırken, Afrikalı çocuklar evlerde hizmetçi olarak çalıştırılmak üzere ABD gibi ülkelere götürülüyor.
İnsanlık, kendi ırkının sonunu getirmek istemiyorsa, plansız üretim, haksız paylaşım ve tüketim çılgınlığından kurtulmalı; sürdürülebilir yaşam için gerekli önlemleri almalıdır. Barış için savaşmanın yerine adil paylaşım getirilmelidir.
Nazilerin, ari ırktan olmayan Yahudileri, Çingeneleri gaz odalarında ölüme mahkum etmesiyle yurdundan özgürlüğe kaçmak isteyen insanları geri göndermek arasında hiçbir fark olmadığını anlamalıyız.
Ülkeleri, doymak bilmez tüketimin beslenmesi için işgal edilen insanların bir gün kapımızı çalacağını ve aslında silahımızı kendimize doğrulttuğumuzu bilmeliyiz.
Savaşların, göçlerin, kıyımların olmadığı bir dünyaya ‘çan’ sesi ile uyanıp ‘Çok Yaşa Mutlak Barış’ diyen çocuklarımızın duyarlılığına sahip olabilmek zor mu?