Kadın Dayanışma Vakfı’nın araştırmalarına göre, her 100 kadından 97’si, en az bir kez şiddet görüyor, kadınların yüzde 20’si, silah ve bıçak gibi aletlerle şiddete uğruyor, üniversite mezunu kadınların yüzde 23’ü fiziksel şiddete, yüzde 71’i de ekonomik ve cinsel şiddete maruz kalıyor.
“Dizini dövmemek için kızını döven” baba, eşinin “sırtından sopayı eksik etmeyen” koca söylemleri de kadına yönelik geleneksel şiddetin sadece bir dışavurumunu oluşturmaktadır.
Bunun üzerine çocukluğunda şiddet görenlerin yüzde 70’inin ilişkilerinde şiddet uyguladığını da hesaba katarsak Türkiye ve dünyada kadınlara yönelik erkek şiddetinin ne kadar önemli bir sorun haline geldiğini anlamış oluruz.
“Dizini dövmemek için kızını döven” baba, eşinin “sırtından sopayı eksik etmeyen” koca söylemleri de kadına yönelik geleneksel şiddetin sadece bir dışavurumunu oluşturmaktadır. Kadına yönelik erkek şiddetinin en yaygın gerekçesi olarak gösterilen, erkeğin öfkesine hâkim olamaması ya da alkol gibi öğeler, fiziksel şiddetin ortaya çıkışının bahanesi olmaktan öteye gidememektedir. Medyada yapılan tüm yorumların kutsadıkları mülkiyet düzeninin ve aile kurumunun sorgulanmamasına yönelik olduğundan sorunun kısa vadede çözümlenmesini geciktirmektedir.
Özellikle toplumda kadının “kadın kimliği” yerine “Çocuk doğuran ana” daha doğrusu “erkek çocuk doğuran ana”, eşinin hizmetini gören “hanım” ya da göz zevkine hitap eden “bayan” kimlikleriyle tanımlanıyor olması, kadından “kadın” diye söz etmenin halen ayıp sayılması, aksine erkek cinsel kimliği alabildiğine kışkırtılırken kadın cinsel kimliğinin bastırılıyor ve ayıplanıyor olması sorunun ne kadar büyük boyutlara ulaştığının habercisidir aslında.
Günümüzde ne yazık ki erkek, kadın üzerinde söz sahibi olmanın, yani “iktidar kurmanın” ayrıcalığını yaşarken, kadın üzerinde kurduğu iktidar sayesinde tattığı üstünlük duygusunu kendisinde var olan yetersizlik, güçsüzlük, tatminsizlik gibi psikolojik bozukluklarının tedavisinde ilaç olarak kullanmaktadır. Bu iktidarın hissedilmesi kimi zaman kaba davranma hakkını kendinde görmek, kadını aşağılamak, sözüne ve fikrine değer vermemek, yasaklar koymak, hatta cinsel zorbalık gibi erkek iktidarının geleneklerce de onaylanan farklı biçimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara rağmen şiddet gören kadının erkeği terk ederek şiddete son vermek istemesi de kurtuluşu için yeterli olmamaktadır. Mülkü olarak gördüğü kadını kaybetmeyi hazmedemeyen, iktidarını yitirmenin öfkesiyle saldırganlaşan erkek, kadına yönelik şiddetin dozunu arttırabilmekte, hatta onu öldürmeye yönelebilmektedir. Her gün gazetelerde ayrılmak istediği için eşi ya da sevgilisi tarafından katledilen kadınların haberlerini okudukça da bir türlü uygulanamayan yasal düzenlemenlerin aslında vicdanlarda da önemini yitirdiğini görmekteyiz. Öyle ki ailesinin istediği kişi ile evlenmeyip, kendi istediği kişi ile beraber olma hakkını kullanan kadınlar hunharca katledilirken, erkek egemenliğine dayanan aile düzeninde, kız çocukların yaşamı da bedeni de ailenin malı olarak görülmektedir. Bu yüzden kadın, ailenin kabul etmediği birini severse alçakça katledilmektedir. Toplumun geri kalmış değer yargıları, hatta devletin mahkemeleri de bu alçakça cinayetleri “namus cinayeti” olarak adlandırmaktadır.
Erkek egemenliğini kabullenmesini sağlayan geleneklerle ve değer yargılarıyla kuşatılmış kadına, çocukluğundan itibaren cinsel kimliğinden utanması gerektiği öğretilir, kendi kimliğine, bedenine ve yaşamına erkek sahip çıkmaya kalkar, önce babanın ve erkek kardeşin, sonra da kocanın gözetimi altında hayatına devam etmesi sağlanırken, “Yuvayı kurmak ve korumak” zorunda olduğu göreviyle birlikte “Dul kalmasının” ayıp, dayakçı kocasına katlanmasının fedakârlık olduğu empoze edilirse, özgüveninin gelişmesine imkân verilmeyen kadının, erkek egemen toplum tarafından kişiliksizleştirilmesi normal bir hal almaya başlar ki kadında kendini korunmaya ve sahiplenilmeye muhtaç görür.İktidarı altına girebileceği erkeği arar hale gelen, kıskanılmayı, sevildiğinin göstergesi zanneden, kendini güvencede hissetmek ve kocasının iktidarına gönüllülükle boyun eğebilmek için kendinden daha üstün olduğuna inandığı erkeği aramaya başlayan kadının yaşadığı toplumun da hızlı bir şekilde yozlaşmasıda kaçınılmazdır. Bu yüzdendir ki hepimizin ilk görevi ailemizde ve çevremizde özellikle kız çocuklarının eğitim faaliyetlerini sürdürebilmeleri konusunda yardımcı olmak, bu konuda faaliyet gösteren derneklerde eğitim gönüllleri arasına yeralmaktır. Bilmeliyiz ki eğititmini almış,sosyal statüye kavuşmuş ayakları üzerinde durabilen kadınlarımızın sayısı arttıkça bahsettiğimiz tüm acılar da sona erecektir.
Unutmayalım ki kadınlarımız yaşamımızın temel taşlarıdır. Onlarsız bir toplum asla düşünülemez. Ne acıdır ki; insanlığın temel taşı olan kadınlar, tarihin pek çok döneminde horlanmış, sömürülmüş ve türlü eziyetlere maruz kalmış olsalar da bu sıkıntılar altında bile kadınlar, öneminden bir şey kaybetmemiştir. İnsanlık da anlamıştır ki; kadın olmadan asla hayat olmaz.
Sayı: 92 Mayıs/Yaşam