Katilinden, canisinden tutun, alimine, sufisine kadar her insanın dna’larında gizlenmiş bir Kamil İnsan potansiyeli vardır. Ruhlarımız aydınlık ve karanlık iki kutuptan oluşur… Aydınlık kısmı Kamil İnsan, karanlık kısmı ise Ego’can.
Aydınlık tarafımızı keşfedemediğimiz sürece ya mum ışığında ya da gece lambasında oturmaya mahkum kalıyoruz maalesef.
Kamil potonsiyelimizi ne kadar açığa çıkartacağımız ve yaşadığımız sürece hayatımıza ne kadar sindirebileceğimiz ise Öz’e yolculuk serüvenimizde karanlık tarafımızı ne kadar tanıyabildiğimize bağlı. Ben de Dna’mdaki henüz sırrına eremediğim Kamil İnsan ‘dan, Ego can’a bir mektup yazdım.
Haydi buyurun;
Sevgili Ego’can;
Yuvanın enerjisini taşıdığım yaşamımın ilk yıllarında sen içimde sadece bir tohum olarak bulunuyordun. Sosyalleşmeye başladığım zamanlardan itibaren seninle kah kol kola kardeş kardeş geçindik, kah kavgalara giriştik. Seni benim sahibi olduğum hayat aracımın direksiyonuna oturttuğum için yönümü tayin edemedim bunca zaman. En trajik olanı o koltuğun aslında sana ait olduğunu düşünmemdi. Ve tezatlık şurada ki çoğu zaman seni ben zannetmemdi asıl sorun. Ya da beni sen. Ayrımıydık gerçekte, farklı mıydık yoksa aynı mıydık, bir miydik bilemedim. İlişkimizdeki bu çelişkiler zinciriydi sanırım beni seni çözmeye iten şey.
Seni çözersen Ben’i bulur muydum acaba?
Her şeyin ancak zıddı ile tanımlanabildiği bu dünyada, bana beni buldurmak için, özümü buldurmak için var olan simetriğimsin.”Ne kadar çok aydınlık var burada söndürün ışıkları” diye homurdanan kararanlık yanımsın. Benden ayrı değilsin. Bensin. Yukarıysam, aşağısın. Sağsam, solsun. Varsan, yok olurum. Yoksan, var olurum.
Yaşamanın, beni yönetebilmenin tek yolu geçmiş ve gelecek arasında gezinmemi sağlamandır biliyorsun. Özümün anda var olup, şimdinin sınırlarına girebilmesi ise senin bana müdahale edememen için benim kalkanımdır. Ama şimdinin kapısında, kucağında geçmişi hatırlatan, gelecek için endişelendiren kuruntularla beklersin. Kullanmaktan en çok hoşlandığın şey bilinçaltı korkularımdır. Henüz çocukken yaşadığım duyguları, şu andaki koşullarda kılıfına uydurup bana yaşatmaya bayılırsın. Bu senin için en kolay olanıdır. Çünkü kayıtlı duygular ruhumu harekete geçirir. Hemen ve çabasız. Kontrolümü yitiririm ve ruhum aynı korkuları, acıları tekrar tekrar sar baştan yaşar.
Örneğin; ihtiyacım olduğu zamanda bir arkadaşımı aradım ve telefonunu açmadı diyelim. İşte sana bulunmaz bir fırsat. Çocukluğumda yaşadığım değersizlik duygusu, sevgiden ve ilgiden yoksun bırakılma korkusu, dikkate alınmama korkusunu harmanlayıp ruhuma yollarsın. Bu duyguyu güçlendirmek için aynı kişiyle yaşanmış, benzer bir tecrübem varsa hatırlatmaktan hiç çekinmezsin. Duygu karmaşasından telefonunu gerçekten duymamış olan muhatabımın payına düşen ise kocaman bir öfkedir. İster açıktan tartışma yoluyla, ister belli belirsiz bir sitem yoluyla bu duygu akımı karşımızdakine iletilir. Eğer durumun farkında değilse muhtemelen onun da başka bilinçaltı korku ve duyguları egosu tarafından harekete geçirilecek ve her iki bilinç, egolarımızın hazırladığı kurguda, gerçek olmayan üzerinden, ruhu yıpratan gerçek duygular yaşayacağız.
Başka bir örnek
Uzun süredir beni rahatsız eden davranışlarla karşı karşıyayım diyelim. Karşımdakinin hayat görüşü hiç bana göre değil. Her şeyi sırtlanan, sorumluluk alan benim. Bir yalanla, ihanetle ya da hoşuma gitmeyen bir durumla yine karşı karşıyayım. Sen yine bilinçaltımı karıştırıp, bırakılma, terk edilme, kandırılma gibi duyguları yaşatan hatıralar bulursun. Bu korkuları ruhuma yolladığında, ben kaybetmekten korktuğum için olayı objektif olarak değerlendiremem. Kendi kendimi inandırmak için iyimser senaryolar uydururum ve inanırım. Yine kurgu üzerinden, gerçek olmayan üzerinden karmakarışık duygular üretmiş ve yaşamış olurum ki farkında olana kadar bunun sonu gelmez.
Hey gidi egocan, Bazen öyle pohpohlarsın ki beni, kendimi dünyanın merkezi zannederim. Bazen de zayıf, çaresiz ve muhtaç biri olduğuma o kadar inandırırsın ki değersizlik duygusunun dibine vururum. Boşluk bulduğun her yerden sızmaya çalışırsın. Ama senin misyonun bu. Kendi aracımı kullanmayı öğrenene kadar hayatımı istediğin yöne sürükleyebilirsin. Bu hakkı kendimi bilmeyerek ben sana veriyorum yazık ki.
Bazı insanlar nasıl çalıştığını keşfederek senin sırrına erdiklerini düşünürler ve bu sırrı köşe bucak saklarlar. Başkalarını bu yolla kullanırlar. Bilgi idrakle buluşamadığı için bu bilgi onları senin en önemli misyonerin yapar.
Araştırmacılar, dünya insanları olarak kollektif bir rüyada olduğumuzu, gerçek sandığımız hayatın aslında beynimizin algı korteksinde sanal olarak yaşandığını iddia ediyorlar. Rüyalarımızdaki olayları nasıl gerçekçi deneyimlediğimizi ve 3 boyutlu bir oyunda, oyun olduğunu bilmemize rağmen nasıl gerçekçi hisler yaşadığımızı düşünürsek bu çıkarım gerçeklikten uzak değil bana göre. Her şey koca bir hiç. Madde yokluktan ibaret. Olan biten ne varsa ruhun tekamülü için var.
Öyleyse ölüm bu dünyadan ayrılış değil, beynimizdeki ekrana ilahi sistemden bu dünyada kalmak için gereken enerjinin kesilmesi ile bizim ekranımızın kapanması, öze, asıl olana, gerçeğe uyanmamız olarak tanımlanabilir. Geride bıraktıklarımız hala kolektif rüyanın içinde. İnsan yapımı yanılsamaların ne kadar gerçekçi olduğunu düşünürsek, ilahi zekanın tüm duyularımıza hitap eden bir yalan dünyada bizi sınamasına şaşırmadım doğrusu? Yani senin kullanmaktan, bizi bağlamaktan çok hoşlandığın para pul, mal, mülk, güç dediğimiz her şey koca bir yoklukmuş egocan. Yokluk!
Hakikati görmenin, anda var olmanın, öze ulaşmanın, gerçek olaylar üzerinden gerçek bir hayat yaşamanın tek yolu senin nasıl çalıştığını anlamak ve seninle barış imzalamaktan geçer sevgili egocan. Farkındayım. Dünyada olduğumuz sürece birlikte olacağız. Seni seviyorum ve misyonuna saygı duyuyorum. Ama her an An’da kalabildiğim, kendimi bulduğum zaman sen de haddini bileceksin. Kim patron kim işçi unutmayacaksın. Hayatımın direksiyonundan paşa paşa kalkacaksın. Arka koltukta uslu uslu oturacaksın. Gerekli olduğun zaman, gerekli olduğun kadar çalışacaksın. Anlaşıldı mı?