Çok değil, birkaç gün evvel yayınlanan bir istatistik okudum. Uluslar arası bir tablo. Bu yıl dünyada 2,331,871 çeşit kitap yayınlanmış. Olağanüstü bir sayı.
Türkiye’de ise 43,100 çeşit. Buna göre sıralamada 13. sıradayız. Amerika, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi ülkelerin gerisindeyiz. İran bile bizden üstte.
[quote]Yine çok değil birkaç gün evvel sanırım Aralık’ın 9’uydu. Bir habere rastladım. Milli Kütüphane tarafından Hurdasan’a gönderilen 147 ton kitap ve tarihi değeri olan yazılı materyalin 15-50 kuruşa satıldığını üzüntüyle okudum.[/quote]
[quote]Bu defa çok önce, sanırım Nisan ayıydı, bir haber okumuştum. Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de geçen yıl (2012’den bahsediyorum) 42,626 yeni kitap basılmış. Buna göre kişi başına üretilen kitap sayısı 6,4 imiş. Bunun dışında Türkiye’de kitap – yayıncılık sektörü büyüklük bakımından dünyada 15. sıradaymış.[/quote]
Niçin bu şekilde rakamsal bir giriş yaptığımı sanırım anladınız. Kanıtlı konuşmak, kanıtlı yazmak, kanıtlı tartışmak işin ciddiyetini ortaya koyar.
Yayıncılık piyasasında bugüne dek çeşitli görevlerde çalışmış birisi olarak yukarıdaki tablo beni memnun etmiyor. Evet, basılan yeni kitap sayısında artış, daha önce basılan eserlerin yeni baskıları dâhil üretilen tüm kitap adedindeki toplam artış (yaklaşık 480 milyon 257 bin 824) belki piyasanın mutfağında bulunmamış, sektörü yalnızca ‘okur’ sıfatıyla gören tanıyan kişilere göre iç açıcı gelebilir. Ancak biraz gerçekçi olmanız gerek. O yüzden bu yazıyı kaleme aldım.
Öncelikle şunu sormak istiyorum. Üretilen bu kitaplar nerede? Yüzde kaçı işlevini yitirdiği veya yer kapladığı düşünülerek geri dönüşüme gönderiliyor? Kitap basımında denetim mekanizması var mı? Varsa nasıl çalışıyor?
Hepsi bir yana ülkemizde kaç tane kütüphane var? Peki bu kütüphanelerin ziyaretçi sayısı nedir? Bunu niçin sordum biliyor musunuz, çünkü milyonlarca kadın, erkek, genç günde 10 saat çalışıyor. Bu insanların ayda 1 kitap okuyacak vakitleri var mı? Hadi var diyelim yeni çıkan popüler bir kitabın ortalama fiyatı 15-20 TL arasında değişiyor. Asgari ücretle maaş alan bu kitle, kitaba para vermediğine göre, kütüphanelerin sayısı niçin artmıyor?
Yukarıdaki sayıya bedava dağıtılan ders kitaplarını da katıyoruz. Ders kitapları çıkarılınca rakam biraz daha düşer ama yine de Türkiye şartlarında cüsseli bir sayı karşımıza çıkıyor.
Evet, sorularım bitmedi. Bir iki paragraf öncesine dönüp soruyu yineleyecek olursak kitap basımında denetim mekanizması var mı? Varsa nasıl çalışıyor?
Buna izninizle kendim yanıt vermek istiyorum. Evet bir denetim mekanizması var. Parası olanın kitabı basılıyor, parası olmayanın kitabı basılmıyor. İşte bu kadar…
Kişisel yayıncılık yaptığını söyleyen yayınevleri ortalama 300 sayfa olan bir kitabı 1000 adet basmak için 5000 TL ücret alıyor.
Niye bu ücretin alındığını sorduğunuzda editör, kapak tasarımı, bandrol ve reklam giderlerini karşılamak için diye yanıt veriyorlar. Reklamdan kasıtları Facebook ve Twitter’da yaptıkları paylaşımlar…
Kişisel yayıncılık cidden iyi denetlenmesi gereken bir sektör. Bir tarafta tüm profesyonelliğiyle işe koyulan resmi bir firma yani yayınevi, diğer yanda hayallerini koltuğunun altına alıp yayın yönetmeninin karşısına geçen maceraperest bir insan yani yazar.
Bu tabloya bakınca aklıma şu geliyor, yazarların hakkını savunan bir düzenek icat edilmeli. Aksi halde bu insanların mağduriyeti bitmeyecektir..
Peki eşitlik ve çift taraflı yasal güvence nasıl sağlanır diyecek olursanız. Etrafı kitap çöplüğüne çeviren bazı yayıncılara dur demekle işe başlayabiliriz. Türkiye, demokratik hukuk yasaları çerçevesinde idare edilen bir hukuk devletidir. Bunu biliyorum. Elbette isteyen, istediği türde ve sayıda kitap basabilir. Ancak bu durum herkese zarar veriyorsa niçin dur demeyelim ki? En azından bir sınır konulmalı yahut standart getirilmeli. Depoda çürüyen veya basıldıktan birkaç ay sonra geri dönüşüme yollanan kitaplara yazık değil mi? Harcanan para bir yana emek ve hayaller de boşa gidiyor. Çünkü kişisel yayıncılık yapan bazı yayınevleri yazarlık hevesiyle yola çıkan insanları kandırıyor. Kusura bakmayın herkes iyi yazar olamaz. Yaratıcı yazar atölyeleri ancak imla ve dilbilgisi eğitimi verebilir. İnsanlara yazar olmayı öğretemezsiniz çünkü o doğuştan gelir. Adı üstünde yazmak yetenek gerektirir. Madem mesele bu denli açık o halde niye her önüne gelene Necip Fazıl veya Nazım Hikmet muamelesi yapılıyor?
Şiiri öldüren de işte bu düzendir. Mesela bu da (şiir) başlı başına tartışılması gereken mühim bir konu. Şimdi değinmesek de olur. Meseleyi çok dağıtmak istemiyorum.
Nerede kalmıştık, sanırım bazı yayıncıların yaptığı kurnazlıkları anlatıyordum. Mesela kimisi 1000 kitap üzerinden sözleşme yapıp 100 kitap basıyor. Kimisi bastığı kitapları dağıtım firmalarına vermeyip online kitap satış sitelerinden gelen siparişlerle tekil dağıtım yapıyor. Kimisi adı Ahmet, Mehmet olan yazarın kitabına, yabancı bir isim üretip (Hanry, Tom vs) kitaba bestseller ibaresi koyarak eseri piyasaya sürüyor. Bunlar gerçekten oluyor. Amerikalı yazar kategorisinde o kitabı veya yazarı görebiliyorsunuz mesela… Böyle komik, çocukça işler yapılıyor.
O yüzden ısrarla sordum. Kitap basımında denetim mekanizması var mı diye. Çünkü yok. Ne yazık ki yok.
Bana sorarsanız bu mekanizmayı edebiyat dergileri sağlayabilir. Ancak ne yazık ki ülkemizde dergi okuma kültürü henüz oluşmadı. Bir ülkede dergiler, konumuz edebiyat olduğu için özellikle söylüyorum, edebiyat dergileri popüler değilse ve her geçen gün bir dergi daha üçüncü ayını doldurmadan iflas ediyorsa kusura bakmayın Türkiye kitap filan okumuyor. Türkiye kitap okuyor manşetini görürseniz, böyle bir şey duyarsanız sakın ha ürkmeyin. Sadece şaka…