Aşk: 40 Cefa’dan Bir İlahi Dönüşüm

Halden hale geçiştir Aşk. Dünya halidir. Dünyalının ise hayali, peşinde koştuğu ama içinde sakladığı gizemdir. Mayamız Aşktır. Mührümüz aşk. Ötemiz aşk, berimiz aşk. 40 kişiyle 40 hale bürünmüş de “Aşkın 40 Hali” olmuş.

röportaj 40

Bu kırk kişiden  biri olan sevgili kalemdaşım Arslan Karadayı ile  “Aşkın 40 Hali” isimli kitap hakkında ve  “İlahi Aşk” üzerine bir söyleşi yaptık…

Kah renklerin ahenginden, kah doğanın müziğinden, kah kadından, kah erkekten geçer de ona ulaşır. Ulaştırır. Önce aşık olur insan, sonra aşkın kendisi. Her aşk aşığının haliyle hallenmiş de kendi halini bulmuş. 40 kişiyle 40 hale bürünmüş de “Aşkın 40 Hali” olmuş. Bu kırk kişiden  biri olan sevgili kalemdaşım Arslan Karadayı ile  “Aşkın 40 Hali” isimli kitap hakkında ve  “İlahi Aşk” üzerine bir söyleşi yaptık…


Röpörtaj | Arslan Karadayı

Öncelikle ‘Aşkın 40 Hali’ isimli kitaptan ve sizin bu projede yer alma öykünüzden bahseder misiniz?

aşkın 40 haliAslında benim için ilginç bir zamanda gerçekleşti. Daha önceleri 40’lar Kulübü’nden haberdardım fakat bir tanışıklığımız olmadı. Geçen yaz Ağustos ayı idi. Hem bireysel ve hem de toplumsal anlamda ciddi bir enerji değişimi/dönüşümü/geçişi yaşandığı zamanlardı. Ben de kişisel anlamda hem yaz mevsiminin etkisi, hem de bu genel sosyal etkiden dolayı ilginç zamanlardaydım.

Bir gece rüya gördüm. Rüyamda tanımadığım birkaç kişi, bir mecliste oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. Bir kitap üzerinden değerlendirmeler yapıp birbirlerine Farsca olduğunu düşündüğüm kelamlar üzerinden yorumlar yapıyorlardı. Içeriye girdiğimde “yeni arkadaşımız. Hoş geldin!” diyerek takdim etmişlerdi. Sonra. Ertesi gün, 40’lar Kulübü’nün önderlerinden ve kendi deyimiyle vasıfsız işçisi sevgili Yunus Coşkun’dan sosyal medya üzerinden bir davet aldım. 40 kişilik bir kadro ile kâh amatör, kâh profesyonel tarzıyla 40 ayrı yürekten 1 kitap meydana getirdiklerini söylediler ve “sen de yazar mısın?”dediler. Evet ya da hayir demek düşmedi. Bir önceki gece gördüğüm rüyanın da etkisiyle bu daveti sanki bir görevmiş gibi addederek kabul ettim. Ankara’da Kurtuba Kitap Kahve Evi’nde söylestik, sözlestik. Aslında ilk görüşmemiz başka bir kitap içindi. O kitap için yazdım ve hiç ummadığım bir zamanda “aşkın kırk hali” için de davet ettiler. Şükür ki bunda da nasip oldu ve yazdık.

İlahi aşk’ın tarifini bir cümleye sığdırsaydınız nasıl tariflerdiniz?

İçtikçe susamak, yandıkça serinlemek, acıktıkça doymak, doydukça acıkmak ve bu hâllerin ikliminde yağan yağmurun toprağa vuslatında yayılan koku idi Aşk…

Beşeri aşk ile ilahi aşkın bağlantısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani Leyla’dan geçip Mevla’ya ulaşılır mı?

Biz kendi Ruh’undan nefes üfleyen Rabbin kuluyuz. Bu nefesle var’ız. Bu nefesi idrak edebilirsek yok oluyoruz. Yok olmak derken. Dünyanın zehirlerinden şekerlerine devşirilmek, şekerlerini zehirlerinde haşretmek ve hani “hiç” denilen makama talip olmak. Hiç olmak  zor iş. Farkında olarak yapılan bir eylem değil. Hiç’lik bir hâl zirâ. Hiç’lik “İnsan” dediğimiz eşref-i mahlukat (şerefli mahluk)’ın Ruh ve Beden terazisindeki en üst makam. Dolayısıyla Mevlana’yı, Şems’i, Yunus Emre’yi, Konevi’yi, Hallac’ı ve nice şerefli Ruh’u birkaç satır ve birkaç cümlelik paragraflardan oluşan kitaplarla anlatma ya da anlama gayreti yeterli kalmaz diye düşünüyorum. Konuyu beşeri ve ilahi Aşk dairesinde incelediğimizde, en başta söylediğimiz “İlahi Ruh’tan üflenen beşeri Ruhlar” çizgisinde, azami derecede hassasiyet göstererek; yazı ya da sözle değil de; kalp, vicdan ve hâl dili ile yorumlayıp sindirmek en sağlıklısı diye düşünüyorum. Beşeri Aşk dediğimiz hâli, eğer ki Yaradan’ın yaratışı ve yarattığındaki esrarın adeta bir tütsü halkası gibi sardığı halinde becerebilirsek, zaten farkında olmadan İlahi Aşk ikliminde tekamül yürüyüşüne başlamış oluruz.

Ne mutlu başına gelebilene ki, beşer ellerimizle tutuşup, ruh bütünlüğümüzü bir ilahi narda pişirip yüce bütünlüğe yürüyebilene…

Bir Yol ise yürüyüşe zemin olan, heybemizde en güzel niyetlerle donanmış su ve ekmeğimiz olmalı. Yani hâsılı; Leyla’dan geçmeden, Leyla ile de Mevla’ya ulaşılabilir diye düşünüyorum.

Çilenin ilahi aşk yolundaki yeri nedir? 

Evet, çile Aşk’ın ve Aşıklar’ın harcı. Lakin bu yollar “çile çekelim de Aşık olalım” diye çıkılan yollar değil. Bu yolcular da o yollara çıkıp da çile çekelim diye çıkan yolcular değil. Onlara bahşedilen bir yürek, yüreklerine nakşedilen bir yazı.. Bu noktada “kaza” ve “kader” hadiselerini de iyi sindirmek gerekiyor. Fakat bu konu bizim aciz dilimizin ve fakir ilmimizin kaldırabileceği şey değil. Zira ne anlattığımızdan ziyade, ne anlaşıldığımız esas olan. Fakat şöyle genel bir tanım yapmaya çalışırsak:

Kader, bize bahşedilen tercih yapma hakkı noktalarından da geçerek nihai bir kaza’ya ulaşıyor. Burada da “külli irade” ve “cüzi irade” diye iki başlık açmak gerekiyor. İsra Suresi 85. Ayet’te şöyle buyruluyor: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”

Bir yanda “pek az” ilim verilen bir “cüzi”; öte yandan Âlim ismi şerefi ile yüceler yücesi Yaradan! Biz, yani yaratılanlar; yalnızca Ruh hakkında değil, tercihlerimizin tasarrufu, bilgi ve becerilerimizle de  Külli İrade Sahibi yüce Yaradan’ımızın, cüzi irade bahşedilmiş kullarıyız. Ve işte bu cüzi tercihlerimizle, Külli bir takdir ve kudretin hakimiyetinde Aşk’a talip oluyoruz ya da kendimizi talip olmuş buluyoruz.

Kutlu bir iklimin kutlu coğrafyasındaki yerimiz, dua ve arzu edelim de çilesi ya da neşesi ile her hücrede ve dahi atomda talip olan ve Aşk bahşedilenlerden ol’sun.

İlahi aşkta zaman mekan ve madde algısı nasıl bir değişime uğrar? Yani İbrahim’in atıldığı ateş, Yusuf’un kuyusu ve zindanı, Yakup’un evlat hasreti ile geçirdiği yıllar, Süleyman’ın yaşadığı uzun ömür, İsa’nın çarmıhı, Mansur’un idamı, Yunus’un odun taşımakla geçirdiği yıllar, Mevlana’nın aşkla dönerken baktığı gök, bastığı yer ve daha nice örnekleri düşündüğümde sabrın ve teslimiyetin sınırını aşan, bizim bildiğimizden farklı bir algıyla karşılaşıyorum. Sizce onların zaman,mekan ve madde algısının sırrı neydi?

Müthiş bir yaklaşım! Hani şöyle güzel bir kişisel gelişim hikayesi ya da rehberi tavsiye et deseniz, herhalde Yusuf Peygamber’in (selam olsun) kıssasını örnek veririm. Zira günümüzün hırçın ve yüksek hızlı tüketim atmosferinde en önemli parametreler hırs, kin, kıskançlık, sabırsızlık, nefsin ham istekleri karşısındaki zaaflarımız, iftira.
Yusuf peygamberin kıssasına baktığımızda adeta bir korku tüneli gibi.

Kardeşlerinin kıskançlığı ile başlayıp, köle pazarlarında satılması ve nihai olarak zindanlara düşmesine kadar gelişen bir yol ve bu yolda yalnız ve yalnız sonsuz bir teslimiyet ve iman ile sımsıkı tutulan bir Aşk ipi. Bugün de yaşamıyor muyuz bunları? En yakınımızdakiler bir anda uzaktan da uzak oluveriyor. Menfaatler çatıştığında kardeşler kalleş kesiliyor. Maddi sınırlar içerisinde hapsolup her gün sabah bindiğimiz durağın yanındaki simitçiyi dahi fark etmeyecek hallere geliyoruz. “ekmek parası” bizi mücadeleye sürüklüyor.

Bazen bu mücadele içerisinde haksızlıklara da uğruyoruz. Bu haksızlıklar, o en güzel farkındalık an’ını yakalayabildiğimizde bir armağan gibi yepyeni boyutlara uçuracak fırsatlar olabiliyor. İşsiz kalıyoruz örneğin. Kim bilir zindana düşmüşüzdür belki de.. Ya da belki “kral çıplak” diye bağırıp tüm yalancı tabuları hakça ve haklıca yıkmak istediğimizde selam vermek için gülümsediğimiz yüzlerin dönmesi, çay için davet ettiklerimizin reddedişleri, “yahu..” diye başlamak istediğimiz cümlelerimizin “kes!” diye baştan susturulması da ateşlerimizdir.

Zaman dediğimiz ve bana göre göreceli kavram, elbet bir ölçü dahilinde kendi görevini yerine getiriyor. Lakin inkârı ne mümkün, bir Adem ve Dünya olan nizamda mesajların yersiz olması. Yani her şeyin sebebi ile geldiği bir varoluşta, Yusuf peygamberden, Yunus Emre’den, Mevlana’dan öğrenmemek bir şeyler. Ne mümkün, ne hadsizlik.. Hatta ve hatta kendimize yaptığımız ne büyük haksızlık!


Bir yıldıza bakıp da Yusuf peygamberin hani rüyasında gördüğü secde eden yıldızlardan olup olmadığını düşünme eylemi, kendimize sunduğumuz ne kutlu hediye olsa gerek! Konya’da kar taneleri düşerken, Hz. Pir’in “kar taneleri ne güzel de anlatıyor, birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu…” sözünü düşünmeden geçmek ne büyük haksızlık kendimize!

Aşk, idraktan geçiyor. İdrak, Aşk’a çıkıyor. Kar tanelerinin sesini duyabilmek, Şems’e kulak vermek ve Hz. Peygamberimiz’in öğütlerine yürek açmaktan geçiyor. Kainat’ın Kitabı “apaçık” ama “düşünenler için ibret” hâliyle bize bahşedilmişken.. Üç beş nefeslik kredinin en kutlu yerinde en güzel daveti ile bizi bekliyor.

İlahi aşkta cennet hevesi, cehennem korkusu nasıl aşılır da arzulanan tek şey Allah olur?

“İlahi Aşk” varsa cennet hevesi ya da cehennem korkusu olmuyor zaten. Cennet hevesi, aslında sevgili peygamberimizin şirki anlatırken söylediği hadiste geçen “karanlık gecede kara kayanın üzerindeki kara karıncanın ayak izleri” kadar ince ve tabiri caizse sinsi bir dünyalık sevgi. Cehennem korkusu da yine aynı hassaslıkta bir dünyalık korku içeriyor. Yani ki nihayetinde dünyadan bir bakış, dünyaca bakış ihtiva ediyor. Oysa cennet, heves olmamalı. Hatta ve hatta amaç dahi olmamalı. Lakin herkesin kabı kadar su alacağını düşünürsek, cenneti de “Rabbim’in sevgili cemali orada, Rabbimin kutlu nebisi ve sevdikleri orada. Ben de orada onlarla olmak istiyorum” diye bir arzu ile istersek ne ala!

Aşk’ta korku yok. Aşk’ta kaygı yok. Aşk’ta hesap yok. Aşk’ta tartı yok. Aşk’ta plan program yok. Aşk’ta yok var. Aşk’ta yokluk var. Aşk’ta açlık, Aşk’ta hasret, Aşk’ta çile var. Aşk’ta Asr Suresi’ndeki düşünce fırtınası var. Aşk’ta Şems Suresi’nin nefsi terbiye niyeti var. Aşk’ta vuslat olmasa dahi hasrete kabul var. Aşk, sonunda Yüce Sevgili’nin cemali uğrunda basılan ateşler, kurak topraklar var. Dünyevi heves ve nefsî arzu ya da korkularla sınırlandırılmış ve şekillendirilmiş yol haritaları ile cennete çıkmak Aşk’ın ikliminde coğrafyasında yok!

Hallac gibi boyutları hem zemin hem de zaman anlamında çoktan aşmış bir seçilmiş ruh’un söylediği bu kelamda her harfe adeta tonlarca idrak yüklenmiş. “kimsenin anlamadığı yer” noktası, beşeri anlamda üzerinde ciddi kafa yorulması gereken bir nokta. Ciltlerce kitap yazılabilir. Cehennemin bulunacağı yere işaret ettiğini düşündüğümüzde, tüm anahtarlar için en doğru arama noktası olan Kuran-ı Kerim’de aramak gerekiyor. Örneğin Araf Suresi 38. Ayette “Allah onlara: “Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!” der. Cehenneme giren her ümmet kendi din kardeşine lanet eder. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: “Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver”. Allah der ki: “Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz”. ” diye buyruluyor. “Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz” kelamına dikkat çekmek istiyorum. Tam da bu noktada an itibariyle vicdanınıza ve idrakınıza düşecek en kutlu mesaj adına susmak istiyorum. Zirâ en geçerli ve “olması gereken, alınması gereken” mesaj ve adalet, vicdan tablosunda çizilen resimdir.

derviş

21. yüzyıl koşullarında yaşayıp, bu keşmekeşin içinde  nefs duvarını yıkmak, bir derviş tadında yaşamak mümkün mü?

“Aşk bu devrin harcı değil” düşüncesini taşımıyorum. Aşk, her devrin harcında vardır diye düşünüyorum. Aşk; yaratılış dairesi içerisinde bir kavuşma arzusu, vuslat hasreti ile biçimlenmiş bir hâl. Ama o vuslat ki ne vuslat! İlk yaratılıştan, Gâlu bela’dan bu yana gelinen bir seyir… Büyük sürgünden, büyük hesap gününde nihayete çıkacak bir gidiş, daha doğrusu dönüş. Bu noktada baktığımızda, Adem yollara düşeli çok oluyor. Daha sonra Adem’in nesli, Habiller ve Kabiller olmak suretiyle şekil alıyor. Bu devrin dervişleri de vardır muhakkak. Kalemiyle, kelamıyla, ikramıyla…

Bakın etrafınıza. Bugünün şartlarında Ankara’nın Kızılay’ını düşünün ya da İzmir’de Konak Meydanı’nı.
Hani dediniz ya, “Aşk bu devrin harcı değil yargısı baskın” Belki de tam tersidir. Aşk, tam da bu devrin harcıdır. Düşünsenize; dağda derviş olmak daha kolay olsa gerek. Nefsin duvarlarını zorlayan bunca şey varken, tam da bir metropol ortasında dervişâne bir yürek neden olmasın? “dünya hayatından sıyrılmak” da üzerinde durulması ve daha bir sindirilmiş olarak giyilmesi gereken bir husus. Bana göre dünya hayatı, benimsenmeden fakat titizlikle yaşanması gereken ve “yalan” olmayan bir hayat. Dönüşü olduğunu düşünerek, hani sevgili Erkan Oğur üstadın bestesini yaparak seslendirdiği Sezen Aksu ve Bülent Ortaçgil’in sözlerinde hayat bulan eserde söylendiği gibi:

Ne sahibim ben, ne kiracı
Sadece bir ömürlük misafirim!

Bu devirde ilahi Aşk; mesaja kulak vererek, bütünlüğü algı anlamında sahip, hâl anlamında da ait olarak yaşamak ne alâ!

“Allah insana şah damarından daha yakındır” ilahi müjdesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

çiçeklerve kelebekBu soruya daha önce yazdığım birkaç mısra ile cevap vereyim:

Kapılar var, kıyamete açılır.

Kapılar var, mahşerle sınanır.

Kapılar var, ardında binbir çiçek.

Kapılar var, uğrunda gemiler karada gerek!

Her fırsatta “Aman ha! “Ben oldum, aşka erdim” diyenlerden değilim. Yanmayı arzulayanlardanım.”  diyen ve Bu söyleşide  “Aşkın 40 Hali” isimli kitapta emeği geçen diğer  yazarlar gibi kendisinin de göreve çağrıya  icabet ettiğini, bütünün parçası olduğunu ve öne çıkarak haddi aşmaktan özellikle imtina ettiğini defalarca vurgulayan Sevgili Arslan Karadayı’ya samimiyetinden ve tevazusundan dolayı teşekkür ederim…

Biyografi: Arslan Karadayı


arslan16 Haziran 1985 tarihinde Eskişehir’de doğdum. İlk ve ortaoğrenimi Seyitgazi ilçesinde tamamladıktan sonra Eskişehir Kılıçoğlu Anadolu Lisesi’ni bitirdim. Ege Üniversitesi Deri Mühendisliği Bölümünü tamamladım. Üniversite yıllarımda müzik, halk oyunları gibi sosyal ve kültürel faaliyetlerde aktif oldum. İzmir ve çevre illerde özel ve resmi pek çok programda grup arkadaşlarımla birlikte sahne aldım. 4. sınıfta öğrenci değişim programı ile 6 aylık eğitim dönemi için Barcelona’ya gittim. Pek çok İspanyol şehrini ve dolayısıyla bu coğrafyadaki kültürleri tanıma şansına eriştim. Üniversiteden sonra askerlik görevim için Hatay ve Van illerimizde bulundum. Gerek coğrafyası ve gerekse sosyal ve kültürel yapısı itibariyle güzel deneyimler kazanmama vesile oldu. Şimdi özel bir şirketin dış ticaret departmanında çalışıyorum. Öte yandan çeşitli alanlarda yazı çalışmalarım devam ediyor. Zirâ nefes alış verişimiz halen sürüyor.


Özgül Süsler
Falanca yılın, filanca ayının, bilmem kaçıncı gününde doğmuşum. Kutu kutu pense, yakan top ve misket oynamışım. Komşuların zilini çalıp kaçmışım. Balkondan sarkan komşu teyze “kimdi o? “ diye sorunca, “Bilmem” demişim...