Tasavvuf araştırmacısı, yazar Cemalnur Sargut der ki: “Tasavvuf terbiyesini akademik düzeyde vakıflar ve dernekler çatısı altında, lafla değil hal ve hizmetle anlatmalıyız.”
İnsanların iç ve dış hallerinin tek kuvvette birleşmesine doğuştan kabiliyetli biri olarak tanımlanan Cemalnur Sargut, huzur veren üslubuyla milyonların gönlüne taht kurmuştur. 1952 İstanbul doğumlu olup, üniversite eğitimini Kimya Mühendisliği dalında tamamladıktan sonra 20 yıl kimya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Mutasavvıf bir ailede yetişen Cemalnur Sargut, gençlik yıllarında felsefeye ilgi duymuş ve büyük felsefecilerin hayatlarını incelemiştir. Felsefenin yaşanılamayan bir ilim olduğunu fark etmesinin ardından, ilmini hal etmiş bir örneğin arayışı içinde Mevlana’ya yönelmiş ve hocası Samiha Ayverdi’nin isteğiyle Kur’an-ı Kerîm ve karşılaştırmalı Mesnevi çalışmalarına başlamıştır. Ve bunu takiben yine hocasının teşvikiyle 24 yaşında gençlerle başladığı Mesnevi çalışmalarına bugün milyonlara hitab ederek devam etmektedir.
Cemalnur Sargut, hocası Samiha Ayverdi tarafından 1966 yılında kurulmuş olan Türk Kadınları Kültür Derneği’nin (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir. TÜRKKAD, Cemalnur Sargut’un liderliğinde tasavvufun kişi ve toplumların ortak dili, ortak nefesi olabileceği inancıyla her kesimden bilim, kültür ve sanat insanını, manevi şahsiyeti ve her düzeyden dinleyiciyi bir araya getiren uluslararası sempozyumlar* düzenlemektedir. Bu konferanslarda, ilmi hal, ibadeti aşka yolculuk olarak gören İslam tasavvufunun günümüz sorunlarına getirdiği çözümler ele alınmaktadır.Tüm yoğunluğuna rağmen beni kırmayarak röportaj talebimi kabul ettiği için kendisine çok teşekkür ederim. Şimdi pek çoğumuzun merak ettiği konuları Cemalnur Sargut’dan dinleyelim.
Aşk Hakk’ın hangi yüzünün tecellisidir ki, insan O’na erdiğinde benliğini yitirir?
“Aşk” kelimesi Türkçe’de “Sarmaşık” kelimesinden geliyor. Sarmaşık nasıl bir evin etrafını sarar ve evi yok ederse, Aşk’ta insan gönlüne girdiği zaman orada nefsanî arzu istek, her türlü kötü huyları yok eder çünkü Aşk’tan boyun eğilir, “hiçlik” ortaya çıkar, kendi varlığından insan geçer. Aşk Hakk’ın sıfatıdır ve insana bu sıfat zuhur ettiği zaman yaratılışın sebebi aşikar olur çünkü Allah “İstedim ki bilineyim, arzu ettim ki bilineyim” lütfuyla bizleri mazhar kılmıştır, dolayısıyla da Aşk’la insan insan yokluğa erer. Bir Ayet-i Kerime’de, “Bir Padişah bir ülkeye girdiğinde, oradaki diğer Padişahların başını keser” buyuruyor Allahu Azimüşşan. Hz. Mevlana bunu açıklarken, bu Padişah’ın “Aşk” olduğunu ve kalbe girdiğinde orada kendinden başka güç ve kudret bırakmadığını söylüyor. İşte Aşk sardığı zaman benlik, kibir, kötü huylar yok olur gider. Allah cümleye nasip etsin.
Tasavvuf her dem Aşk’a denk düşer, Ateş varlığını teslim ediyorsa Ten’e, Ruh neden kaybolur gider özün çıplaklığında?
Ben bu sorunuzdan Yasin Suresi’ni hatırladım. Yasin Suresinin hakikatinde malumaliniz, iki tane Resul bir ülkeye gelip oradakileri tek tanrılığa, Hz. İsa’nın dini olan Hıristiyanlığa davet ederler fakat bu iki Resul hapse attırılır Kral tarafından. Sonra üçüncü bir Resul gelip Kralın taraftarı gözükerek, akıl ehli olduğu için, aklıyla Akl-ı Küll-i’yle kralı imana davet eder ve böylece de Kral imana gelir, sonra da Habib-i Neccar gelir ve kendine kötülük edenleri affeder. Bu hikayenin hakikatindeki iki Resul Ruh ve Kalp gibidir.
Ruh ve kalp insan vücudunda gizlenmiştir çünkü Akıl olmazsa onlar aşikar olup ortaya çıkamazlar.
Nefis Ruh ve Kalbe eziyet eder, ne zaman ki Küll-i Akıl Cüz-i Akıl üzerine hakim kılınır, Şemun gibi Yasin Suresinin Şemun’u gibi, o zaman vücut içerisinde birlik ve beraberlik hakim olur. Yalnız birlik ve beraberliğin hakim olmasıyla insan hakikate eremez, ancak Aşk gelip bütün kötülükleri affedip kendinde hiçbir varlık bırakmadığı zaman insan hakikate erer. Böylece Ruhun, Gönlün ve Aklın birliğinde sabit kalması için mutlaka Aşk’a ihtiyaç vardır.
İslamiyet ve Tasavvuf iki ayrı dünya gibi yaşanıyor. Birinin özünde Aşk varken, diğeri daha fazla sistemi destekleyen ve ağır bir işçi gibi duruyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz ve niçin günlük yaşamın içine bir türlü gerçek manasıyla İslamiyet’i alamıyor, gerçek manasıyla bize verilmek istenen mesajları anlayamıyoruz, sizce bu konu çözüme nasıl ulaşır?
Sizin buyurduğunuz bu iki farklı görünen şeyi birleştirmediğimiz sürece, biz bunu çözüme ulaştıramayız çünkü İslamiyet’in Şeriat kısmıyla Tasavvuf kısmı birbirinden ayrı değildir ancak birbirini tamamlayıcıdır. Şeriat “Ten” gibidir vücudun içindeki dengeyi korur, Aşk ise insanın Hakikate ermesini sağlar. Öyleyse ikisi ancak birbirini tamamladığı zaman İslamiyet ortaya çıkar, biri diğeri için taviz veremez, ikisinin de olması gerekli.
“En-el Hakk” hakkındaki düşüncenizi alabilir miyiz? Hallac-ı Mansur “En-el Hakk” diyerek ne demek istemiştir? En-el Hakk “Ben Hakk’ım” demek ise, “Hakk’tan başka hiç kimse yok” demek ile ne demek istenmiştir? İnsanlar bunu ne derece anlayabiliyorlar?
Benim Cüz-i Aklıma göre “En-el Hakk” kelimesinde şu mana vardır; Biliyorsunuz “Allah” ismi, Allah’ın “İstedim ki bilineyim” dediği vasıflarının mana mevkiinde aşikar olmasıdır, yani “Allah” ismi dünyaya gelmez, mana mevkiinde vardır ve bütün isimlerin toplamıdır. Ancak “Allah” ismi dünyaya tecelli ettiğinde “Hakk” ismiyle ortaya çıkar ve “Hakk” ismi bütün isim ve sıfatların bu alemde ortaya çıkışıdır, Peygamberin Hakikatidir, “Hz. Muhammed” demektir. Dolayısıyla Peygamberdeki “Hakk” hepimizde, halkta birer “Hakk” olarak tecelli eder, bende de o “Hakk” tan, yani o isimlerden bir veya birkaç tane var, sizde de bir veya birkaç tane var. İşte ben, kendi varlığım içerisinde bu isimleri ortaya çıkarıp ta nefsanî arzu ve isteklerimden geçersem, bende Allah’ın “Hakk” ından başka hiçbir şey kalmayacağı için “En-el Hakk” deme hakkına sahip olurum ama edebimden diyemem o da başka.
“Teslimiyet” te anlatılmak istenen nedir? Neye ve kime “Teslim” olmalıyız?
Allah’a, Peygambere ve Peygamberin vasıflarıyla yaşayan Kamil İnsanlara mutlaka teslim olmalıyız. Zira Allah’tan bize akan bütün mana Onların varlık kaynağından bize akar çünkü karşımızda “Var-Yok” İnsanlar vardır, yani nefislerinden arınmış, Ney gibi içleri boşaltılmış, kendileri için bir şey istemeyen, sadece tebliğ emri alan ve Allah emrettiği için tebliğ edip, halkın eziyetine dayanan Kamil İnsanlar vardır. Bu Kamil İnsanların İlmine teslim olmak lazım, şahsına değil. Şahsa teslim olunmaz, şahsiyete tapmak putperestliktir fakat Onlardaki İlim Peygamberin İlmidir, o İlme teslim olduğunuz zaman Hakk ve Hakikati idrak edebiliriz.
Halk’a düz mantık öğretilen dayatılan dini öğretilerin ardında unutulan ve tamamen hayatın özüne dokunan İnanç Sistemini kurmak nasıl mümkün olabilir?
Aşk’la mümkün olabilir, İnanç Sistemi ancak Allah Aşkıyla ortaya çıkar, imansız insanın bu alemde mutlu olması söz konusu dahi değildir. İmanın sağlanması da iman edeceğimiz o sonsuz varlığın her yerden bizi sardığını idrak etmekle olur. Ancak o şekilde “Allah” idraki insanda yerleşir, başka bir güç ve kudret olmadığını, yapanın yaptıranın O olduğunu idrak edersek, insan için yaşamayı değil “Allah” için yaşamayı ön plana alırız, insanı memnun etmeyi değil “Allah” ı memnun etmeyi ön plana alırız. O zaman da Allah’la bizim aramızda özel bir diyalog kurulur ki, Allah bize ne istediğini fısıldar, biz de O’na uyarız vesselam.
Mesnevi’de Akıl ve Aşk karşılaştırılır, siz bu konuyu nasıl açıklarsınız?
Hz. Mevlana Cüz-i Aklı reddetmiş, Küll-i Aklı yere göğe koyamamıştır, O’nun Aşk’la karşılaştırdığı Cüz-i Akıldır. Hz. Mevlana’nın büyük aşıklılarından biri olan Pakistanlı meşhur Mutasavvıf Muhammed İkbal’de aynı konuda çok güzel bir şiir yazmış;
Mümin aşktan, aşk ise müminden zuhur eder.
Bizim imkansız gördüğümüz şeyleri aşk mümkün hale kor.
Akıl belagatle konuşan bir hatiptir.
Aşk ondan daha beli, daha çalak, daha pervasızdır.
Akıl sebepler, illetler içerisinde sıkışıp kalmıştır.
Aşk amel meydanında çevgan aynadır.
Aşk avını bazusunun kuvvetiyle elde eder.
Akıl hilekardır, tuzak kurar.
Aklın sermayesi; Korku ve şüphedir.
Aşktan azim ve yakîn asla ayrılmaz.
O, (Akıl) viran etmek için bina eder.
Bu, (Aşk) imar etmek için viran eder.
Akıl cihanda rüzgar kadar ucuzdur.
Aşk kolay ele geçmez çok pahalıdır.
Akıl nasıl ve ne kadar ‘Keyfiyet ve kemiyet’ temeli üzerine kuvvet kazanır.
Aşk bu ‘keyfiyet ve kemiyet’ libasından soyunmuştur.
Akıl ‘önce kendim’ der.
Aşk ‘Zahmeti kendine ver’ der.
Akıl bir şey kazanmak için başkasını tanır ve sever.
Aşk kendinden verir ve kendi ile hesap görür.
Akıl ‘Sevin ve mesut ol’ der.
Aşk ‘Kul ol ve bu yol ile hür ol’ der.
“Aşk’ın “Sen” demeyi öğrettiğini, Aklın “Ben” dediğini. Aklın tuzak kurduğunu, Aşk’ın ise sadece tuzakları yok ettiğini anlatır, Aklın var olanı yok ettiğini, Aşk’ın var ettiğini anlatır. Bu şekilde ikisini mukayese eder, görürüz ki “Benlik” ten geçen Allah’a ulaşmanın yolu Cüz-i Akıl değil, Aşk’tır. Küll-i Akıl bile olsa ancak Sidre-i Münteha’ya kadar, yani insanın çıkabileceği en yüksek noktaya kadar bizi Allah’a iletir, ondan sonra mutlaka Miraç için Aşk lazım.
İslamiyet’in çocuğa bakış açısını ve toplumumuzda büyük bir yara olarak nitelendirdiğimiz “Çocuk Gelin” ler, çocuklara yönelik tüm tacizler hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
İslamiyet çocuğa çok değer verir. Hz. Peygamberin kendi torunlarına, evlatlarına ne kadar güzel muamele ettiğini, sokaktaki çocukları ne kadar kucakladığını, ne güzel onlara hediyeler verdiğini, daima güzellikle onları manaya getirmeye çalıştığını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Zaten İslamiyet insana son derece değer verir, sadece insana da değil yaratılmış olan her varlığa değer verir çünkü her varlıkta Allah’ın tecellisini görür, çocuk da bu tecellinin en saf halidir.
Zira Hz. Mevlana’nın şu yorumu akıl almaz derecede güzeldir, “Bir bebek getirin, o bebeğe çok büyük çok iyi eğitim görmüş bir Hocayla, hiç eğitim görmemiş bir kişiyi getirip yan yana koyun, ikisi de bebeğe aynı zevkle ve sevgiyle sarılırlar ve saatlerce onunla oynarlar” diyor. Demek ki, bebek karşısında ikisinin eğitimi bir olur, buradan anlaşılıyor ki bebek henüz Allah’tan yeni ayrıldığı için Allah’ın enerjisini taşımaktadır, onun için de insanlara eşit derecede tesir etmeyi becerebilmektedir. Onun için çocuklarımıza büyük adam muamelesi yapıp, onların isteklerini de bir kenara atmadan, aşırı da şımartmadan, onları Allah yolunda yetiştirmek en büyük vazifemizdir. Ama önce sevmeyi bilmek lazım, belki de Cibran’ın dediği gibi, “Onlar uzağa fırlatılan oklardır biz yayız, ama biz eğilip bükülmeden o okları fırlatamayız”
Bu soruyu özellikle engelli bir çocuk Annesi olarak sormak istedim; Engelli bireylerin yaratılışındaki hikmetler nelerdir? Kainatta bir nokta bile hikmetsiz ve boşu boşuna yaratılmadığı gibi, engelli insanların yaratılmasında hem şahsi hayat açısından hem de toplum ve cemiyet hayatı açısından sayısız hikmetler ve dersler olmalı diye düşünüyorum, neler söylemek istersiniz?
Engelli çocukları iki büyük açıdan incelemek lazım birincisi; Allah’ın ebeveynlere imtihanı olarak yaratılırlar, onlar çok şanslıdırlar çünkü onlar Allah’la irtibatı bizden çok daha rahat kurarlar. Bizler Anne Baba olarak engelli çocuğumuz olmasından dolayı da çok ıstırap çekeriz, halbuki bunun bir lütuf olduğunu daha seneler sonra anlıyor Anne Baba. Ben de cüce bir yeğenle büyüdüm, teyzemin onun için ne kadar üzüldüğünü senelerce bilirim ama öldüğü zaman cüce yeğenim, teyzem “Evden bir Evliya gitti, her şeyimi o yapıyordu” diye ağlamıştı. Dolayısıyla, aslında onlar Allah’ın bize birer lütfudur, gene engelli bir çocuğu olan Öğretmen arkadaşımın, “Allah o çocuktan razı olsun, onun sayesinde o hep benim çocuğum olarak kalacak ama sizlerin çocukları çekip gidecek” demişti, onu da hiç unutmam. Onlar bize sevmeyi, Allah Aşkını, acı çekmeyi, acıyla Allah’a ulaşmayı öğretirler, Allah onlardan razı olsun. İkinci bir bakış açısıyla da bakarsak;
“Engelli olmayan kimse var mı?” Cemalnur Sargut
Herkesin bir yönden bir engeli var, çok akıllı gözüken çocukların problemleri var, işte efendim her şeyi çok olan çocuklar çok problemli oluyorlar. Dertler, problemler, acılar, sıkıntılar, çocuklarımız her zaman bizim için bir engel, onlar da engelli. Dolayısıyla böyle baktığımızda bütün ebeveynler biraz şanslı oluyor.
Son dönemlerde kadına yönelik kısıtlayıcı tutumların sebepleri sizce nelerdir?
Belki kadınların da çok fazla İslam’da ki haklarını bilmemesiyle alakalı olabilir bunlar. Hani kadın İslam’da ne kadar büyük bir yere sahip olduğunu, sadece İslam Diniyle yüceltildiğini, kocası önünde ne kadar yüksek derecede haklara sahip olduğunu idrak ederse, o zaman kendini savunabilecek veyahut mesela, çalışma zevkini alabilecek. Çünkü Hz. Hatice’yi hatırlarsak vefat edene kadar çalışmış ve Peygamberimiz O’nu desteklemişler, Hz. Ayşe’yi görüyoruz Fıkıh, Kuran anlatan, savaşan, eşiyle birlikte yarışan, hiçbir yerde eşinden aşağı kalmayan bir Hanımefendi görüyoruz. Hz. Fatma’yı görüyoruz, eşine biat ettiği kadarıyla da, eşinin üzerinde etkin, eşinin ilmini arttıran bir Sultan.
“İslam Kadına çok yüksek değer vermiştir, öncelikle kabahati kendimizde aramalıyız ki eksik bilgilere sahibiz. İkincisi de, gene Anne olarak kabahat bizlerde çünkü çocuklarımıza haşin ve insanlara kötü muamele edecek derecede egoist yetiştiriyoruz.” Cemalnur Sargut
Halbuki karısına güzel muamele etmeyi, ondan daima memnun olmayı, ona şükretmeyi, onunla birlikte Allah’a gitmeyi çocuklarımıza öğretebilirsek, o zaman kimse eşine, çoluk çocuğuna kötü muamele etmeyecektir. Öyleyse annelere çok iş düşüyor.
Size göre nefsin anlamı nedir? Nefse hakimiyetin insan ruhuna kazancı hakkında bizi aydınlatabilir misiniz?
Nefis biziz… Nefis tekamül etmek üzere yaratılmış, vücudumuz içerisinde bizi temsil eden bir varlıktır, aslında yokluktur da, inşallah tekamül ederse varlık olur. Yani, “Emmare” iken en rezil, en adi, en kötüdür fakat tekamül ettiği zaman en ulvi, en güzeldir. O yüzden nefsi tekamül ettirmek lazım. Mevlana Nefsin “Emmare” halini üzümün “Koruk” haline benzetiyor, “Ağzına alan atar fırlatır, acı ve başkasına zarar verir” diyor, sonra “Güneş” dediği Şems vasıtasıyla, bir Mürşitle Nefis tekamül ederse “Mutmainne” ye kadar tekamül edip, cinsiyeti kalkıyor ortadan.
Yani, “Allah’tan emin olma” safhasına kadar yüceliyor, sonra da “Safiye” ye kadar da ulaşabilme hakkına sahip, en azından “Raziye” ye “Allah’tan razı olma” seviyesine ulaşma hakkına sahip. Bu yüzden o zaman da “Üzüm” oluyor “Mutmainne” de, daha sonra “Şarap” oluyor “Raziye” de, Şarap “Aşk” ı temsil eder “Allah Aşkı” nı, daha sonra da “Sirke” oluyor “Safiye” de, yani tamamen temizleyici, arınmış hale geçiyor. O bakımdan “Nefis” bize lütuftur, ama ne zaman? Ancak tekamül etmeyi öğrendikten sonra.
Cemalnur Sargut’un hayatındaki en büyük sınav neydi? Bu sınavdan çıkmak mümkün oldu mu? Olduysa nasıl bir bakış açısı ya da inançla olduğunu anlatır mısınız?
Hayatımda çok çeşitli sınavlar oldu. Tabii ki, evladımın ölümü, sevdiklerimin ölümü, eşimden ayrılışım. Yani, hayatta en karşı çıktığım şeylerden biriydi ayrılık fikri, tabii ki bir şeye çok fazla karşı çıktığınız zaman mutlaka kendiniz uyguluyorsunuz. Bunların hepsi hayatımda birer sınavdır ama benim için gerçek tek bir sınav vardı; Ömrüm boyunca Hocamın, Mürşidimin sözünü dinlemek, eğer O’nun haricinde bir iş yapmaya kalkarsam çok ıstırap çekerdim, onu biliyorum. Çok şükür, öyle bir şey olmadı ama bu konuda da hakikaten çok zorlandığımı söylemek zorundayım.
Mesnevi’nin Cemalnur Sargut’un hayatında dönüm noktası olduğunu biliyoruz. Mesnevi’yle nasıl bir aydınlanma, geçiş yaşadığınızı bizimle paylaşır mısınız?
Mesnevi’ye kadar herkes gibi, “İyi-iyi, kötü-kötü, kötüden uzak durayım, kötüye yanaşmayayım acı çekerim” diye düşünüyordum, “İşte iyiler cennete gidecek, kötüler cehennemde fokur fokur yanacak” gibi düşüncelerim vardı. Mesnevi’yle tanıştıktan sonra, herkesin iyi olduğunu, kötünün benim bakış açımdan ibaret olduğunu, cezayı kendi kendimize verdiğimizi öğrendim.
Allah’ın bizi cezalandırmadığını, ancak bizim yanlışlarımızla, ismimize ters hareketlerle kendimizi cezalandırdığımızı öğrendim.” Cemalnur Sargut
Herkesi, her şeyi, yaratılmışı sevmeyi öğrendim Mevlana’yla, hal etmeye çalışıyorum, hala ben bir Öğrenciyim, her zaman Öğrenci kalacağım. “Bu dünyada İlmin sonu cehalettir” diyen Hz. Ali Sultan ne güzel söylemiş. Bu dünyada herkes her zaman öğrencidir diye düşünüyorum.
Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud nedir? “Eşyanın hakikati” ile ne anlatılmak isteniyor? İslam’ın içindeki yeri nedir?
Vahdet-i Vücud İbnü’l Arabî Hazretlerinin, sadece tek bir Varlığın olduğu, o da Allah’ın Varlığının olduğunu, onun dışında her şeyin yok olmaktan ibaret olduğunu, “Gölge” olarak izah edişiyle yahut “Aynadaki Tecelliler” olarak izah edişiyle anlıyoruz ve biliyoruz. Bu anlayış insanı gerçekten, hakikaten Allah’a doğru yönlendiriyor çünkü eğer başka bir Varlık olmadığını kalben idrak etmeye başlarsak, o zaman her yerde Allah’ı görme seviyesine ulaşıyoruz. Aradaki sebepleri kaldırıyoruz, kimseye kızmıyoruz, öfkelenmiyoruz ya da kimseyi aşırı derecede sevmiyoruz çünkü yapanın yaptıranın, herkesten tecelli edenin o büyük Sultan olduğunu idrak ediyoruz.
Vahdet-i Şuhud da Allah’tan başka hiçbir Varlık olmadığı için Rabbiyet tecellisinin de her yerden olduğunu, taşın bile insana bir şey öğretebileceğini öğreniyoruz.
Vahdet-i Şuhud’a gelince, bu öğrendiklerimizi görmeyi Allah nasip etsin, her yerde o tecelliyi idrak etmeyi, yani sadece bilgi olarak kalmamayı, görmeyi nasip etsin. Vahdet-i Şuhud’un bazen yanlış anlaşıldığını da görüyoruz, yani “Ben gördüğüme inanırım, şu kötüdür, bu iyidir” demek Vahdet-i Şuhud değildir. Vahdet-i Şuhud aslında her şeyin Allah olduğunu görmek demektir. Bunun İslam Dünyasında çok büyük bir rolü var çünkü İslam Tasavvufu sonunda mutlaka bu makama ulaşınca ancak gerçek Tasavvuf olabiliyor.
“Hiçlik” makamı hakkındaki yorumlarınızı alabilir miyiz? “Hiçliğe” nasıl ulaşılır?
“Hiç” olmak “Her şey” olmak demektir, keşke olabilsek. “Hiçlik” demin Vahdet-i Vücud anlayışının vücut içinde yerleşmesi ve kendi varlığının bir “Hiç” olduğunu, kaza ve kaderin Allah tarafından geldiğini, hayır ve şerrin “Amentü” de olduğu gibi yalnız Allah’a ait olduğunu, bu yüzden de kendi varlığının bir varlık olmadığını, ibadet edebiliyorsak bile bunun bize Allah’ın bir lütfu olduğunu, ibadet zevkini verip bize ibadete götürenin dahi Allah olduğunu, bizim ancak gayretle, sadece gayret göstererek Allah’a doğru uzanabildiğimizi öğretiyor “Hiçlik” bize. Mevlana’nın dediği gibi, “At idrarını yapmış, üzerine saman çöpü konmuş, üzerine bir sinek oturmuş, “Var mı benim gibi bir Kaptan-ı Derya?” diye geziyor. Ancak kendini beğenmiş adam buna benzer” diyor. İşte “Hiç” olabilirse insan, Peygamber gibi… İnşallah Allah nasip etsin, tabii o seviyede olmak mümkün değil ama… o zaman “Her şey” oluyor çünkü onun Nefsi Kulluğunu idrak ederse, Ruhu Rabbiyet olarak konuşmaya başlıyor, Allah hepimize nasip etsin.
“Dua” ne demektir? Duanın dili, dini, şekli olur mu? Sizin en çok kullandığınız duayı bizimle paylaşır mısınız?
Dua “Allah’la konuşmak” demektir, Allah’la irtibat. Aynı zamanda “Ben de bir kuvvet-i kudret yok, yapan yaptıran Sensin, onun için Senden diliyorum” demektir. Dua çok güzel bir şeydir, ibadetlerin özüdür, aynı zamanda da tehlikeli bir şeydir çünkü duanın kabul olacağı vakitte, bazen çok maddi şeyler de isteyebiliyoruz, Allah bizi korusun.
“Bu bakış açısından en güzel dua, benim acizane öğrendiğim en güzel dua “Peygamber Efendimiz Size hangi duayla dua ediyorsa kendi için, biz de aynı duayı tekrarlıyoruz Allah’ım” diyebilmektir.” Cemalnur Sargut
Burada kendi aczimizi, Peygamberin büyüklüğünü ve Allah’ın her duaya cevap verici olduğuna imanı anlıyoruz, o bakımdan bana çok güzel geliyor bu dua.
Bireysel ya da toplumsal olarak kul hakkı yiyen, yalan söyleyen, iftira atan insanlara karşı nasıl davranılmalıdır?
Eğer eğitimiyle vazifeliyse, tabii ki zalimin zulmüne iştirak etmemek en doğru harekettir, yani onu uyarmak “Yapma kardeşim” demek, güzellikle söylemek, üç kereye kadar itiraz edip hatırlatmak. Ama kalben ona nefret duymamak çünkü kendimizin de her an, her pisliği yapabileceğimizi, hiçbir şeyin elimizde olmadığını bilmek ve anlamak lazım, bu yüzden şeklen mücadele, kalben kabul. Yani, Tasavvuf bu demektir.
“Hayır ve şer” ne demektir? İnsanoğlu için en hayırlı duygunun ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben en hayırlı duygunun iman olduğuna inanıyorum çünkü iman bir insanın elindeyse, hani “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki yüzük gibi, yüzük orada imanı temsil ediyordu çünkü yüzük elden gitti mi herkes nefsine döner. Mesela Hz. Mevlana’ya soruyorlar “Namazdan daha kıymetli bir ibadet var mı?” diye, “İman! İman olmayınca Namaz da manasını kaybeder” diyor. Dolayısıyla Allah imandan bizi uzaklaştırmasın. “hayır ve şer” bu dünyaya göre olan iki kavramdır, Allah indinde “hayır ve şer” yoktur, her şey “hayırdır”. Mesela bu şuna benzer, Hz. Mevlana anlatıyor Fihi-Ma-Fih’te;
Bir Padişah bir yanlış gördüğü zaman Devletin bütünlüğü için o yanlışı yapan kişiye ceza verir. Padişah için bu çok “hayırlı” bir şeydir çünkü Devletin bütünlüğünü sağlar ama o ceza gören insan için bu çok “şerli” bir hadisedir.
O halde “hayır ve şer” nereden baktığınla alakalı, her şeyin hakkımızda “hayırlı” olduğunu düşünen için “her şer bir hayırdır”
Kurban inancı hakkındaki yaklaşımlarınızı öğrenebilir miyiz?
Kurban “Kurbiyet” demektir, “Allah’a yakınlık” demektir, “Nefsimizi kurban etmek” demektir. Şeklen de kurban keseriz, fakire yardım ederiz, herkesin yemesini sağlarız. Hatta bizde o etten bir lokma yeriz ki, nefsimizi kestiğimiz zaman nasıl başkaları bizim o halimizden yararlanıyorsa, kendimiz de yararlanırız, onu belli etmek için. Onun için kurban çok önemli bir ibadettir, Allah herkese kesebilecek parayı nasip etsin inşallah.
Yoga türü içsel arınmalar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Hani İlkokul seviyesinde olan bir şeyler, bazıları vücutlarının dik durması için yaptıklarını söylüyor, çok hürmetim var ama içsel arınma kısmını Yoga ile değil de Namazla yapmayı ben şahsen tercih ediyorum. Çünkü Yoga içsel arıtmaz ancak vücudu dik tutar, düzenler ama insanı içsel arıtan, Miraç’a götüren tek ibadet, tek yol ‘Namaz’dır. Onun için de Namazı inşallah Allah herkese nasip etsin.
İslam inancındaki Namaz ve Alevi Cem’lerindeki Cem ile ilgili bakış açınız nedir? Cem evi ziyaretiniz oldu mu?
Tabii, Alevilerle çok yakın ilişkilerim oldu, her zaman benim için çok güzel insanlar. Siyasete dökülmediği sürece Alevilik, hepimiz Ali evinden çıkmış olmanın zevkini yaşıyoruz, Allah ayırmasın Hz. Ali’den ve Ehl-i Beyt’ten. Ben ibadetin yapılış şeklinden çok manasının çok önemli olduğuna inanıyorum, herkes Namaz kılarken Allah’a ulaşamaz ama bazısı Sema yaparken Allah ulaşır, bazısı Zikir, bazısı Semah. Onun için biz iç yüzlerini bilemeyiz ama normal statüde Sema, Semah, Zikir Namazdan sonra yapılması gereken ibadetlerdir. İslam’ın asıl ibadeti Namazdır çünkü yalnız Namaz insanı Miraç’a götürebilir, Peygamber öyle dediğine göre öyledir. Bu yüzden Namaz kıldıktan sonra inşallah bütün diğer zevkleri de Allah bize tattırsın.
İbadet nedir? İbadetin yeri, zamanı ve mekanı var mıdır?
İbadet “Allah’a ulaşmak” demektir, “Allah’la konuşmak, bir olmak, Allah’ı hatırlamak, Allah’la irtibat kurmak” demektir. Aslında tabii ki, maddi ibadetler dışında nafile ibadetler vardır ki, hiç yeri ve zamanı yoktur. Mesela, gülümsemek nafile ibadettir, dertli birinin derdini yüklenmek nafile ibadettir, İnsanlara Allah’ı ve Peygamber Sevgisini öğretmek nafile ibadettir.
“Yaşayarak göstermek en güzel ibadettir…” Cemalnur Sargut
Ve nafile ibadetin birçok zamanlar normal ibadetlerden daha bile kıymetli olduğunu çeşitli Hadis-i Kutsilerde öğreniyoruz. Bu demek değildir ki, farz olan ibadetleri yerine getirmeyelim, onlar da çok önemli.
Zikir çekmek ve Esmalar ile ilgili bilmemiz gerekenler hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?
Tabii ki Zikir çok tavsiye edilen bir şey, Allah’a ulaştırmada çok güzel bir yol, Esmaların da çok yüksek seviyede enerjileri var. Kaldırabileceğimiz ölçüde, belli ölçüde Esmaları çekmek, bizi Allah’la çok yakınlaştırır ama hangi Esmayı çekmemiz gerektiğini en doğrusu bizi en iyi bilen Mürşid-i Kamiller bilir. Kafamıza göre yapmamak, aşırıya kaçmamak çok önemlidir. Mesela tansiyonu yükselten isimler, tansiyonu düşüren isimler vardır. Tansiyon hastalarının bunlara dikkat etmesi gerekir, o bakımdan mutlaka bir Mürşidin söylediği şekilde çekmek daha doğrudur diyorum.
Sizce “Ölüm” ne demektir? İnsanoğlunun tüm alemleri terk etmesi gibi bir durum söz konusu mudur?
Hayır, insanoğlu bu alemden, yani güneşin buradan batıp öbür taraftan doğması gibi, yan aleme geçer. Bir değişim söz konusu değildir.
Ölüm Hakikate kavuşmak demektir, Hakikatle buluşmak demektir, Allah’ın sonsuz varlığında yok olmak demektir.
Ama madde insanı daima, şeklen öldüğü zaman da, maddeyi hissedeceği için, ona düşkün olacağı için kabir azabı çeker. Yani, öbür alemde dünyaya olan isteği fazla olduğu için, o isteğin azabını çeker. O yüzden de inşallah bu alemde her sevdiğimizi bırakıp, yalnız Allah’a doğru yönelip öyle gitmeyi Allah bize nasip etsin.
Size büyük sevgi duyan çok insan var, bu sevginin kaynağını neye bağlıyorsunuz? İnsanların sizde bulduğu, gördüğü, yaşadığı şey nedir?
Valla ben de çok şaşırıyorum niye çok sevildiğime, Allah hepsinden razı olsun. Herhalde ben insanları çok sevdiğim için, kızmamaya çalıştığım, öfkelenmediğim, olduğum gibi olduğum için diye düşünüyorum. Ben bir tek şunu biliyorum; Samimiyet bizim Dinimizin en önemli noktasıdır, “İhlas” diyoruz biz buna.
Allah her zaman samimi olmayı ve olduğumuz gibi olmayı bizlere nasip etsin.
Değerli okuyucularımız röportajımız burada sona ererken hayat her şeye rağmen devam ediyor. Sevgili Cemalnur Sargut Hanımefendinin hem anlattığı, hem uyguladığı gibi, tasavvuf terbiyesi lafla değil hal ve hizmetle anlatılınca yaydığı ışık paha biçilmez oluyor. Ve son sözlerindeki duaya eşlik ederek, her zaman samimi olmayı ve olduğumuz gibi olmayı diliyorum, aynen Cemalnur Sargut’un olduğu gibi… Hoşça ve sevgiyle kalın.