Peşinden koştukça uzaklaşan, bir türlü yakalayamadığımız, tam yakaladık dediğimizde kaybolan mutluluk; yoksa mutsuzluğumuzun kaynağı mıdır?
Mutluluk: ‘Her türlü isteği eksiksiz ve sürekli olarak yerine gelmiş kimse’ anlamında tanımlanmaktadır. İşte bu tanım bile bir çelişkidir.
Bir insanın her türlü isteğinin, sürekli olarak eksiksiz yerine gelmesi mümkün müdür? Yaşam sadece bizim irademizle yürümüyor ki! Bizimle birlikte pek çok irade devrededir. O nedenle bir şeyin hep bizim istediğimiz şekilde yürümesi mümkün değildir. Çünkü bu iradelerin bir kısmını denetlesek de, büyük bir kısmı bizim dışımızda gelişmektedir.
Örneğin, içinde bulunduğumuz toplum, aile, kültür, inanç, gelenek ve görenekler, kişinin bireysel bilinç düzeyi, ruhsal şuur gibi unsurlar; bir dış ve iç uyaran tarafından etkileşime geçerek kararlarımıza ve düşüncelerimize şekil vermektedir. Dolayısıyla bizim gibi görünen seçimler irdelendiğinde aslında bütünüyle bize ait olmadığı görülecektir.
Bu noktada en önemli unsur; isteklerimizi biz mi belirliyoruz, yoksa dış uyaranlar mı tayin ediyor sorusunun cevaplarına objektif olarak bakabilmektir.
İsteklerimizin arttığı oranda mutsuzluğumuzun da arttığı gözlemlenmektedir. Çünkü bir şeyi neden, nasıl, ne zaman, gerekli mi, gereksiz mi sorularını sorgulamadan sadece istiyorsak, konu benmerkezci bir bakış açısına bırakılmış demektir. Dolayısıyla düşünce ilkel içgüdünün yönetimine bırakılmış olup tek boyutludur.
Bu durumda bize göre tayin ettiğimiz isteklerimiz gerçekleşmediğinde, mutsuzluğumuzun gerekçelerini oluşturmuş oluruz. Her şey birbiriyle ilişkili devam etmektedir. Yanlışla başlayan bir düşünce, bir olgu, yanlış bitecektir. Ancak yanlıştan da doğruya gidilebilir. Ta ki, yanlış olan tecrübe edilmiş olsun.
Aksi takdirde yanlışlarını bir deneyim unsuru olarak görmeyen, görmek istemeyen biri bu yanlışlarını sürekli tekrar etmeye davam edecektir. Bir şeyi anlamak için ille de o şeyi yaşayarak öğrenmek gerekmemektedir. Sağlıklı bir gözlemle de deneyim elde etmek mümkündür. Bu noktada iki seçenek bulunmaktadır: Ya ‘bir şeyi efendice öğrenmek’ ya da ‘yaşamın bize acımasızca öğretmesi’ni seçmektir.
Bu durumda siz seçiminizi hangisinden yana yapmak istersiniz?
Mutluluk adına yapılan önermeler, genellikle sahip olma duyusu üzerine inşa edilmektedir. Yani onu al, bunu al, şunu al, kısacası; al, al, al…! Ayrıca mutluluk, üreme içgüdümüz üzerinden de tetiklenmektedir. Buna en yakın olarak, karşıt cinsle olan münasebette aranan mutluluk arayışı örneğini verebiliriz. Bu iki unsurun ortak yönü ise yukarıdaki tanımda da olduğu gibi, her türlü isteğin eksiksiz ve sürekli olarak yerine getirilme şartına bağlanmasıdır.
Eğer almak bizi mutlu edecekse, aldıklarımız kısa bir süre sonra bizi neden mutsuz etmeye başlıyor?
Mutluluk, ürettiğiniz değerleri yaşama armağan edebilmektir.
Bazı insanlar isteklerine ulaşmak isterken önce ödüllerini alır sonrasında da bedellerini öderler. Kimileri ise, yaşamlarında önce bedelleri öder sonra ödüllerini alırlar. Örneğin; bir araba almak ve ayağınızı yerden kesmek istiyorsunuz. Amenna isteyebilirsiniz! Fakat bu aracı iyi kullanabilecek misiniz? Vergilerini, olası trafik cezalarını, benzin giderlerini, park sorununu, genel bakımlarını karşılayabilecek gelirinizden emin misiniz?
Olası terslikleri taşıyabilecek manevi gücünüz var mı?
Bu örneği hayatımızın her alana uyarlayıp sorgulamalıyız. Eğer bunları sorgulamadan kendinizi ödüllendirip arabayı alıyorsanız bedelleri arkadan gelecektir. İşte o zaman bu bedellerle yüzleşildiğinde bu kez de keşkeler ardı ardına gelir ki, bu da mutsuzluğumuzun kaynağını oluşturur. Yani mutlu olmak için istediğimiz şey, sorunlarla karşılaştığında hayatımızı olumsuz etkileyerek, mutsuzluğumuza sebep olmaktadır.
Hep olmayanın peşinden gitmek, ağacın alt dallarındaki meyveler dururken, en üstteki meyveyi istemek, üretmeden tüketmek, istemek ama karşılığında hiçbir bedeli kabul etmemek bizi huzursuzluğa, acı ve kedere götürecek nedenler olarak yaşamımızdaki yerini alacak ve şayet buna dur demezsek varlığını hep sürdürecektir.
Kim bilir belki de mutluluk, içinde bulunduğumuz koşullarla geçinmeyi bilmektir!
Tüm vakarıyla ayaklarının üstünde dimdik duran, gören gözlerle gülümseyerek bakan aşağıdaki bu resim, etkileyici ve düşündürücüdür! Bu Anadolu kadınının yaşadığı yıllar; Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet sonrası bin dokuz yüz yetmişli yıllardır. Görüldüğü gibi Anadolu kadının üzerindeki elbise yamalar içindedir. Belli ki yokluk, kıtlık, zorluklar görmüş biridir. Fakat buna rağmen duruşundaki beden dili, yüzündeki tebessüm bize çok şey anlatmaktadır.
Pekiyi, bizim için mutluluk denen ve her isteğimize sahip olma düşüncesi bu kadının da isteği olamaz mıydı? Aramızdaki fark neydi; koşullar mı, düşünceler mi? Bir başka şekilde kıyaslarsak, tüm olumsuz görünenlere rağmen bu kadın gücünü nereden alıyordu?
Fotoğrafta yer alan Anadolu kadını benim babaannemdir. Ve aslında o hepimizin annesidir. Yüreğimde ve düşüncelerimde varlığını sürdürecek kadar zengin biridir. O zenginliğinden bana devrettiği miras; akıl, izan ve marifet üçlemesidir. Ve benim ilk eğitmenimdir. Çocukluğumda hep dinlediğim bu üç kelime, karanlık odalarımın kapılarını açmamı sağlarken “marifet”, ışığım olup yolumu aydınlatmıştır. İşte bu da benim mutluluk tarifimdir!
Bize dikte edilen mutluluk diye bir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer olsaydı anlı, şanlı, şöhretli insanlar çoook mutlu olurdu ve biz hep onların mutluluk öykülerini dinlerdik.
Benim için rüya olan, Diana için gerçekti.
İngiltere Kraliyet ailesine gelin giden Prenses Diana’nın, Prens Charles ile evlendiği günü hiç unutmuyorum. O zamanlar on dört yaşlarındaydım. Ve bütün dünya basını bu evlilikten söz ediyor, dillere destan görkemli düğün merasimini naklen yayınlıyorlardı. O zamanki duygu ve düşüncelerimi dün gibi hatırlıyorum.
Benim için rüya olan, Diana için gerçekti. Aradan yıllar geçti ve Diana’nın mutsuzluğu ne kadar gizlenmek istense de fısıltılı haberlerle basına yansımaktaydı. Prenses’in giderek artan sorunları Prens Charles’la ayrılma noktasına taşınmıştı. Otuz altı yaşında geçirdiği talihsiz bir trafik kazasında yaşama veda etti. Bu kez de dünya basını bu haberle çalkalanıyordu.
Yine bir naklen yayında İngiltere Kraliyet ailesine düzenlenen bir merasimi izlemekteydim. Ama bu seferki, bir cenaze merasimiydi. İzlerken zihnimde adeta bir film seyrediyordum. O görkemli düğün karelerinden bu hüzünlü cenaze merasimine geçiş, etkileyici ve zorlayıcıydı. İşte o zaman mutlu prens ve prenses hikâyeleri benim için gerçekliğini kaybetmişti. Diana, tüm dünyaya mutluluğun prenses olmakla da mümkün olamayacağını göstermişti.
Mutluluk; sanal duyguların beyinde ürettiği salgılar sonucu oluşan geçici bir dopingdir! Ve etkisi azaldığında yeni dozlara ihtiyaç duymaktadır/duyacaktır. Bu, onun için yeni arzular ve istekler demektir.
Mutluluk ve mutsuzluğun olmadığı bir dönüşüm noktasında ‘dinginlik’te buluşmak dileğiyle…