Orhan Veli… Kadrini, kıymetini unuttuğumuz bir tür artık mektup… Ne yazıyoruz, ne de okuyoruz… Sanki çok eskilerde söylenmiş ve güzelliği dimağımızda yer etmiş, ama artık unutulmuş bir türkü gibi…
Yaşanıp bitmiş bir sevda gibi… Oysa bizden bir kuşak öncesinin mektupları, mektup arkadaşları, mektup aşkları vardı… Bizlere bir armağan olarak sunulan bu hayata ve kendimize, günbegün daha da yabancılaşarak yaşamaya çalışırken; içimizi ısıtan bir başka ateşi de yitiriverdik… Onun için bu ilişkilerimizdeki soğukluğumuz, onun için şimdilerde çok üşüyoruz…
Okumuşsunuzdur elbet, Kafka’nın Milena’ya, Felice’ye yazdığı; Halil Cibran’ın May Ziyade’ye yazdığı mektupları… Peki, Orhan Veli Kanık’ın Nahit Hanım’a yazdığı mektuplarını okudunuz mu ? Okumadıysanız, okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Yapı Kredi Yayınlarından çıkmış, taptaze bir kitap . Şubat 2014 basımı. Orhan Veli 100 yaşında damgasını taşıyor arka kapak. 170 sayfalık, ama Orhan Veli’yi çok daha yakından tanımak isteyenler için oldukça hacimli bir kitap.
Kitabı yayına hazırlayan Murat Yalçın, önsöz yerine olsa gerek, Bir Sevdanın Belgesi ni yazmış… Orhan Veli’den söz ederken Boğaz’ın bir ucunda, Sarıyer’de, yalnızlık ve yoksunluk içinde yaşayan bir adam… Sıkboğaz eden parasızlıkla boğuşurken bile sevdasıyla soluklanmayı, gönül işçiliğiyle geçinmeyi öğrenmiş bir adam… der. Okudukça bu yoksunluk ve yalnızlığın boyutlarının nerelere vardığını, ne acımasız olduğunu görüyor ve hayıflanıyoruz. Aslında içimizde bir yerlerde böyle olmamalıydı serzenişleri de yer yer isyana dönüşüyor.
Murat Yalçın, Orhan Veli’nin 36 yıllık ömrünün en büyük sevdası dediği Nahit Gelenbevi, yani Nahit Hanım, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin genç öğretmenlerinden bir öğretmen. Cemal Süreya’nın Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlığının anası diye söz ettiği Nahit Hanım, evini bir edebi salona dönüştürmesi, hakkında şiirler ve yazılar yazılması, Atatürk’le üç defa dans etmesi kadar; ketumluğu ve dirayeti ile de tanınan bir Hanımefendi. Öyle ki Orhan Veli’ye olan sevgisini 52 yıl boyunca afişe etmemiş.
Mektuplara ulaşma hikâyesinin ayrıntıları üzerinde daha fazla durmak istemiyorum. Bu konuyu merak ederseniz, kitabı edinip okumanızı tavsiye ederim. Kitapta Nahit Hanım’a ait fotoğraflar, mektupların el yazıları, Orhan Veli’nin şiirleri ve Cemal Süreya’nın Nahit Hanım yazısı da yer alıyor.
Mektuplar, 1947- 1950 yılları arasında yazılmış. İlk mektup tarihsiz ve sadece Çarşamba günü yazıldığını öğreniyoruz. Mektupların, biri dışında, hepsi Orhan Veli’nin Nahit Hanıma yazdıkları… Kitabın sonunda yer alan mektup ise Nahit Hanım’ın 12 Kasım 1950’de Edirne’den Orhan Veli’ye -yazdığı ve Orhan, cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Geçen akşam seni rüyamda gördüm. diye başlayıp, bir rüyanın anlatımı ile devam eden kısa bir mektup. Bu arada unutmadan söyleyelim, bir de telgrafa yer verilmiş kitapta. Kitabı hazırlayan Murat Yalçın, mektuplarla ilgili daha detaylı bilgilere de yer veriyor yukarıda sözünü ettiğim yazısında…
Toplumlarına değer katmış; farklılıklar, farkındalıklar yaratmış insanlarla ilgili yayınlanan ne varsa okunması gerektiğine; yayınlanmamış olanların da bir an önce yayınlanmasına inananlardanım.
Lise müfredatında 12. Sınıf Türk Edebiyatı derslerinde Garip Şairlerini okurken, inceler ve anlamaya çalışırken Orhan Veli’nin şiirlerini muhakkak Rahmetli Tiyatro Sanatçısı Müşfik Kenter’in Bir Garip Orhan Veli oyunundaki yorumuyla öğrencilere dinletirim. Geçen yıllardan birinde Ben Orhan Veli şiirini dinledikten sonra, öğrencilerden biri Bir sevgilim vardır, pek muteber; / İsmini söyleyemem,/ Edebiyat tarihçisi bulsun. mısralarındaki pek muteber sevgili nin kim olduğunu sormuştu bana. Ben de maalesef bilmediğimi söylemiştim. Ama artık biliyoruz. Bilmemiz de çok iyi oldu. Çünkü bu pek muteber sevgili ye yazılanlardan Orhan Veli’yi çok daha iyi anlıyoruz ve yaşadıklarına, yüreğimizin en derin yaralarından biri kanarken duyduğumuz üzüntülerden birini duyarak, üzülüyoruz, yazıklanıyoruz.
Toplum olarak, değerlerimize neden öldükten sonra sahip çıkıyoruz? Yaşarlarken neden onların en azından doğum günlerini kutlamıyoruz. Kırgızlar, büyük yazarları Cengiz Aytmatov’un doğum günlerini kutlarlardı sağlığında. Bizler, maalesef, böyle bir etkinliği gerçekleştiremiyoruz. Bizde, şair ve yazarlarımız, Puşkin’in ifadesiyle öldükçe ve üzüldükçe yaşıyor.
Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı ve Yalnız Seni Arıyorum başlığı altında kitaplaştırılan mektupları okumaya devam ettiğimizde çok derin bir sevgiyle karşılaşıyoruz.
Orhan Veli, Ankara’da 1945’te çalışmaya başladığı MEB Tercüme Bürosu’ndan 1947’de ayrılarak, İstanbul’a yerleşir. Nahit Hanım yanında değildir artık. Özlemlerini karşılıklı mektuplarla gidermeğe çalışırlar. Daha ilk mektupta şair, Nahit Hanım’a Çünkü senin mektuplarına ne kadar ihtiyacım olduğunu zannederim söylemiştim.Ankara’ya gelmemin bazı şartlara bağlı olduğunu yazmakla acaba seni müşkül vaziyette ( zor durumda ) mi bıraktım ? Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum… Bu mektubumu aldığın vakit her halde cevap ver Nahit. Birkaç şey olsun söyle. İstersen bana darıl. Eskisi gibi sitemlerde bulun. Sesini duymuş gibi olayım. Senden cevap almadıkça hiçbir şey yazmayacağım. Daha doğrusu yazamayacağım. Çünkü içimdekilerden başka hayatım yok.
Başlangıçta İstanbul’a alışmakta zorlanır Orhan Veli. İstanbul O’nu sıkmaktadır. Yahya Kemal için Ankara’nın en güzel tarafı İstanbul’a dönüşleri iken; Orhan Veli İstanbul’a gelmek mecburiyetinde kaldığı için müteessirdir (üzüntülüdür). Şöyle devam eder mektubunda bu konuya: Bu teessürüm (üzüntüm) de her şeye rağmen, her şeyden ziyade de senden hiçbir şey beklememeye karar vermiş olmama rağmen, senden geliyor. Daha açık söyleyeyim, senden ayrılmış olmamdan geliyor. Ankara’dan ayrılmanın verdiği hüzün bu sefer de Ankara’ya bir an evvel dönebilmek gayretine inkılap etti ( dönüştü). Burada daha hiçbir yeri görmedim. Görmek de istemiyorum. Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmeden oturup çalışacağım. Elimdeki işi bitirip parasını alınca da doğru oraya geleceğim. Ancak uzun süre Ankara’ya dönemeyecektir. Çünkü ekonomik sıkıntılar içindedir şair. Öyle ki Ankara’ya bir tren bileti alacak parası bile yoktur. At yarışı oynamayı düşünür, ama bunun için de para gerekmektedir. Bunların yanında Nahit Hanım’ın yersiz kıskançlıkları da şairi, bazen, bunaltır.
1947’nin ilkbaharını, yazını birbirlerini görmeden, aralarında gidip gelen mektuplarla geçirirler. Nahit Hanım’ın Paris’e gitme planları vardır. Şairden Paris’te buluşmalarını ister, Orhan Veli bunun için de planlar yapar, ama sonuç alamaz.
15 Ağustos 1947 tarihli mektubunda hâlâ birbirlerini görememiş olmanın sıkıntıları içinde şöyle yazacaktır Nahit Hanım’a: Hani sen ara sıra bana Ankara’ya gelip gelmeyeceğimi sorarsın. Benim hiçbir zaman maddi imkânlarım seninki kadar müsait olmayacaktır. Vaziyetimizi buna göre düşün. Demek bundan sonra yapabileceğimiz tek iş ilânihaye (sonuna kadar) birbirinden ayrı yaşamaya mahkûm iki insan gibi mektuplaşmak! Ferhat gibi bir kazmaya ihtiyacım olacak demektir. Aynı yılın 29 Ağustos tarihli mektubunda görüşememenin canına tak eden halini de şöyle anlatmakta: Daha uzun zaman birbirimizi görmeden yaşamaya mahkûm olduğumuzu düşünmenin ne biçim bir şey olduğunu tasavvur edebiliyor musun? Bana artık birbirimizden bütün bütün ayrılmışız gibi geliyor. Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi. Sen bundaki acılığı duymuyor musun? Ben çok duyuyorum. İradelerimiz bundan ileriye geçemiyor demek. Ne zayıf mahlûklarmışız…
Orhan Veli’nin bütün olumsuzluklara, hatta, sefaletine rağmen Ankara’ya gidip sevgilisini görmek istemesini dayanılmaz bir acı olarak anlatırken ne kadar duyarsız kalabilirsiniz? Okuyup, bir deneyin isterseniz:
Ama vaziyetimi bir düşün. İki günden beri yağan yağmura ve soğuğa rağmen üstümde beyaz bir ceket var. Pabucum (ayakkabım) yok, gömleğim yok, kravatım yok, pardösüm yok. Bu kıyafetle Ankara’ya gelebilir miyim ? Gerçi senin yanında olmadığım zamanlar sokağa çıkmam. Fakat hiç kimseye görünmeden Ankara’ya kadar gidip gelebilecek miyim ?
Siz bilirsiniz, isterseniz okumayın bu hüzünlü, acı, çaresiz mektupları… Rahatınız kaçmasın…