François de la Rochefoucauld, meşhur özdeyişlerinden birinde, ‘ Güneşin ya da ölümün yüzüne doğrudan bakamazsınız.’ demiş. Güneş ve ölüm… Her ikisinin de varlığı ve yokluğu bizim için ne kadar hayati ve ne kadar vazgeçilmez… Ve her ikisine de yaklaşmak ne dehşet verici… Her ikisinden de uzaklaşmak ne mümkün…
Ölüm, mutlak anlamda bir başımıza ve bir kez gittiğimiz seferimiz… Hakk Teala, Kur’an’da ‘Bütün nefisler, ölümü tadacaktır.’ hükmünü vermiş… Genellikle ilerlemiş yaşlarda hatırladığımız ve endişelendiğimiz kaçınılmazımız… Büyük korkumuz… Yunus Emre, her ne kadar da ‘Ölümden ne korkarsın/ Korkma ebedi varsın’ dese de …
Kolay değil, aziz candan, sevgili canandan, dostlardan, ışığı bol dünyadan, bir bilinmeze gitmek… Kolay değil terki diyar eylemek… Ölümü istemek tabiatımızda yok bir kere… Olsaydı kolayca öldürüverirdik kendimizi… Bu yüzden olsa gerek Hazreti Peygamber, ‘Ölümü düşünün, ama ölümü istemeyin.’ demiş…
Ölümü düşünmek… Düşüncelerin en zor olanı olmalı. Çünkü yolu bize uğramadan, nitelik ve niceliğinden hiç mi hiç haberimiz olmuyor… Her insan biricik ya, her insanın ölümü de biricik… Ölümün zoru da varmış kolayı da… Dilimizde böyle deyimler, dualar var… Bunlar daha çok inancımızla örtüşen ifadeler…
Şimdi siz, bana bütün bu ifadelerin başlıkla ne alakası var diyeceksiniz… Haklısınız. Sadede geleyim o zaman…
Irvın Yalom, dünyaca tanınan bir Amerikalı psikiyatr. Bizde de hemen hemen her eseri çevrilmiş, şimdiye kadar bir çok eserini okuduğum bir yazar aynı zamanda. Nietsche Ağladığında, herhalde, bizde en çok okunan bilinen eseridir. Ama ben daha farklı eserlerini de okudum üstadın… Çok etkilendiklerim psikoterapi öyküleri serisinden olanlar: Aşkımın Celladı, Annem ve Hayatın Anlamı…
Psikoterapi, her ne kadar bizde çok eski olmasa da, biz de çok yakîn olarak tanıyoruz, biliyoruz artık bu bilim dalını. Bizde de, sayıları az da olsa, bu bilim dalının nadide üstatları var… Gündüz Vassaf, Kemal Sayar gibi… Ama ne hikmetse – hikmetin sebebini biliyoruz oysa – ruh ağrılarımızda psikoloğa/ psikiyatra gitmeye çekiniyoruz, korkuyoruz, reddediyoruz. En kötüsü de ruh ağrılarımızı nasıl olsa geçer rahatlığı ile erteliyoruz. Çoğu kez de yok sayıyoruz. Genel kanaat bu tür rahatsızlıklar ‘delilik’le eş sayıldığı için, adımızın deliye çıkmasından endişeleniyoruz, korkuyoruz. Bu damgayı yemekten rahatsız oluyoruz toplumca… Oysa bir bakarsak kendimize, çevremize; kaçımız çok ‘akıllı’ hayat sürüyor. Bu kadar hızlı, bu kadar insana yabancı bir hayatta hem kaçımızın ruhu ağrımaz ki… Ten kafesindeki bu hasta can, ne kadar zaman durabilir gıkını çıkarmadan?
İnsan yaşadıkça zamanın içinden mi geçmekte, zaman mı onun içinden geçmekte pek bilinmez; ama sürekli değişmekte. Bu değişiklik onu kaçınılmaz sona, yani ölüme götürmekte. Düşündüğümüzde, her birimiz için farklı duygulara, endişelere neden olan ölüm; biz fanilerin pek istemedikleri, mümkün oldukça uzatmak için iksirler aradıkları, dağlar, diyarlar aştıkları son…
İnsanların kabuslar görmelerine neden olan ölüm anksiyetesinin tedavisinden dem vuran bir eseri tanıtmaya çalışacağım size bu yazımda. Yukarıdaki satırlarda adı geçen Irvin Yalom’a ait bir eser bu: Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek.
Bizden bir üstat Psikiyatr Kemal Sayar, Irvin Yalom’dan bahsederken, Robert Cloninger’di de zikrederek; ‘Işıl ışıl bilgelikleriyle ruhumuzu pansuman yapıyor.’ der. Bir ömür boyu biriktirilmiş olan hikmeti cömertçe paylaşıyorlar. Tuhaf ama psikiyatrinin en önde gelen kişilik kuramcısı olan Cloninger, insanın metafizik taraflarının tanınmadan tam manasıyla tanımlanamayacağını, insanda kendisinden daha büyük bir düşünceye bağlanma ve inanma ihtiyacının saklı olduğunu söylerken, Yalom daha kuşkucu ve materyalist bir anlayışı benimsiyor. Yalom, Güneşe Bakmak adlı son kitabında ölümle konuşmayı sürdürüyor. Vardığı sahil Epikür’den başkası değil, ‘ölümle başım hoş, çünkü o geldiğinde ben olmayacağım.’ Psikoterapiye açıklığı, dürüstlüğü ve insan olmanın her türlü zaafını açıkça kabullenebilmeyi taşımış olan bu üstat terapist, Seneca’dan ilham aldığını gizlemiyor: ‘İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değil.’ Irvin Yalom’un ölüme bakışı varoluşçu düşüncenin ateist kanadıyla sınırlı, keşke Kierkegaard’a yolu daha fazla düşseydi. Ve keşke bizim topraklarımızın büyük bilgeleriyle bir nebze haşır neşir olabilseydi. Mevlana’nın ölüme bakışını bilse, bu sularda azıcık da olsa kulaç atsaydı. Bize dünyanın iyi niyetli ama eksik bir okumasını sunuyor ve önerdiği bir reçete yok.
Kitaba dönecek olursak, Önsöz ve Teşekkürde yazar şunları söylüyor: ‘Bu kitap ölüm hakkındaki düşüncelerin bir özeti değildir ve olamaz, çünkü bin yıldır her ciddi yazar, insanın ölümlü oluşu konusunda yazmıştır. Aslında bu benim ölümle yüzleşmem sonucunda ortaya çıkan oldukça kişisel bir kitap. Ölüm korkusu bütün insanlarda ortaktır; hiç ayrılmadığımız karanlık gölgemizdir. Bu sayfalar ölüm korkusunun üstesinden gelmek hakkında kendi deneyimlerimden, hastalarımla yaptığım çalışmalardan ve çalışmamı bilgilendiren yazarların düşüncelerinden öğrendiklerimi içeriyor.’
Dizin de dahil 256 sayfadan oluşan eser, 7 bölüm, bir son söz, bir de okuyucu kılavuzu içeriyor. Yazar, Gılgamış’la başlayan ölüm anksiyetesi örneklerini, bütün kitap boyunca, günümüzdeki hastalarına kadar getiriyor. Yazar, Ölüm Anksiyetesini Tanıma bölümünde ölümü tatmaktan söz ederken şu örneklerle bizi aydınlatmaya çalışıyor: Hepimiz her gece uykuya dalarken ya da anestezi altında bilincimizi kaybederken ölümü tadarız. Yunan sözcük dağarcığında ölüm ve uyku, yani Thanatos ve Hypnos ikiz kardeştir. Çekoslavak varoluşçu yazar Milan Kundera da unutma edimiyle ölümü önceden tattığımızı ileri sürer: ‘Çoğu insanı ölüm konusunda dehşete düşüren şey geleceğin kaybı değil, geçmişin kaybıdır. Aslında unutma davranışı hayatın içinde her zaman var olan bir ölüm biçimidir.’
Ölüm anksiyetesinin bizi hayatı iyi yaşamamız gerektiği konusunda uyardığından söz eden üstat Yalom, bunu Uyanma Deneyimi olarak nitelendirmekte ve çok çarpıcı örnekler vermekte: Uyanma deneyimine dair başka örnekler – hayatı zenginleştiren ölümle yüzleşme deneyimleri – edebiyat ve film dünyasında bol bol bulunur. Tolstoy’un destansı romanı Savaş ve Barış’ın kahramanı Pierre idam mangasının karşısında ölümle yüz yüze gelir. Kendisinden yalnızca birkaç sıra öndeki adamın vurulmasından sonra cezası iptal edilir. Bu olaydan önce kayıp bir ruh olan Pierre bir dönüşüm yaşar ve romanın geri kalanında anlamlı ve coşkulu bir hayat yaşar. (Gerçek hayatta yirmi bir yaşındaki Dostoyevski’nin cezası da benzer şekilde son anda iptal edilir ve hayatı aynı şekilde değişir.)
Kitapta, Stoacılar’ın ‘iyi yaşamayı öğrenmenin iyi ölmeyi öğrenmek, iyi ölmeyi öğrenmenin de iyi yaşamayı öğrenmek olduğu’ düsturuna vurgu yapılmakta. Ayrıca St.Augustine’in ‘Bir adamın benliği yalnızca ölümün karşısında doğar’ sözünü hatırlatan yazar, Montaigne’in insanın düşüncelerini keskinleştirmek için çalışma odasının mezarlığa bakması gerektiğini ileri sürdüğünü söylüyor.
‘Ölümden önce, ölme’ sırrını, bir başka bakış açısıyla görmek istiyorsanız, Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek’i okumanızı tavsiye ederim.