‘Gülayşe Koçak, yazmak isteyenlere yol göstermiyor, sanki siz yazarken elinizden tutuyor’ yorumu, kitabın samimiyetini ve yılların deneyiminden süzülen yalın sesini çok iyi anlatıyor. Nitekim kitabın iç kapağında yer alan cümle, kitabın mesajını da özetliyor: ‘Yazarsan Yazarsın, Yazmazsan Yazmayansın’!
Yazar ve eğitmen olan sevgili dostum Gülayşe Koçak’la, Alfa Yayınlarından çıkan son kitabı ‘Yaratıcı Yazmanın Hazzı’ üzerine bir söyleşi yaptık. Didaktik bir yaklaşımdan uzak olan kitap, okuyucuyu yazma konusunda yüreklendiriyor ve ilham veriyor.
Röportaj: Bahar Gerçek Doğru
Yaratıcı Yazmayla aranızdaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Yaratıcı Yazma eğitmenliğine nasıl başladınız?
Hayal gücü kuvvetli bir çocuktum ve hayal kurarak yazmaktan her zaman zevk alırdım. Kanada Büyükelçiliğinde çalıştığım yıllarda en uzun, en sıkıcı raporları hazırlarken bile yaratıcılık katarak yaptığım işi renklendirmeye çalışıyordum. 2003 yılında üçüncü romanım ‘Topaç’ yayınlandıktan sonra, Sabancı Üniversitesi Yazma Becerileri Merkezi’nde Yaratıcı Yazma atölyeleri düzenleme teklifi aldım. Eğitmenlik maceram böyle başladı.
‘Yaratıcı Yazmanın Hazzı’nı yazma amacını nasıl açıklarsınız?
Bu kitap yaratıcı yazmaya ilişkin bir rehber veya teknik el kitabı değil. Daha kişisel, etten kemikten, hem yazar hem Yaratıcı Yazma eğitmeni olarak yaşadıklarımı anlattığım; verimli sonuçlar veren ve vermeyen egzersizleri, bunların bana düşündürdüklerini ve bende çağrıştırdıklarını paylaşan bir kitap. Kimsenin kimseye, ‘yazma’ işinin sanatsal veya estetik yönünü öğretebileceğini sanmıyorum; bunun bir formülü yok. Ancak, romancı olarak, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak elimden geldiğince bazı ipuçları paylaşmaya çalıştım. On yıl önce, Türkiye’de Yaratıcı Yazma henüz çok bilinen bir kavram değildi; ben de yabancı kaynaklara başvurmuştum. Ancak ‘ithal’ egzersizlerin önemli bir kısmının bizim coğrafyamızda ‘sökmediği’, kısa zamanda ortaya çıktı. Burada çok farklı sorunlar var: Ezberci eğitim sisteminden gelmiş, üstüne de üniversite sınavının sillesini yemiş gençlerin kalıplaşmış düşünce yapılarını değiştirmek hemen mümkün olmuyor. Tıpkı ezbere öğrenilen bilgide, veya test sisteminde cevabın ya doğru ya yanlış olması gibi, olaylar da ya siyah ya beyaz görülüyor. Yaratıcı metinlerin de “doğru”su ve “yanlış”ı olabileceği sanılıyor. Bu sorunlarla karşılaşınca, yeni bir eğitim, farklı egzersizler tasarlamaya başladım.
Ezberci düşünmenin ve otoriteye itaat etmenin rahatlığına sığınan beynimiz ve aklımız, yaratıcılığımızın önündeki en büyük engel. Öğrencilerimiz, özgün metinler üreterek, ‘uçmayı’ deneyerek riske girmek yerine, öğretmeni memnun edecek yazılar yazıyorlar genelde – nitekim öğretmen de zaten bunu bekliyor. Örneğin ortaöğretimde, Türkiyeli her öğrenci, 23 Nisanda refleks olarak, ‘vatan, millet, Sakarya’ kavramlarına endeksli, bürokratik metinler yazmaya şartlanmıştır. Oysa 23 Nisan, sevgilisiyle kaçamak gittiği lunaparkta geçirdiği o harika günü çağrıştırıyorsa, öğrenci bunu yazabilmeli; dahası, öğretmenin de böyle farklı ve özgün bir metni desteklemesi, “öğrencim klişelere başvurmadı” diye sevinmesi gerekir. Sorun şurada ki, kendileri de ezberci eğitim sisteminin içinde yetişmiş öğretmenlerin kendi beklentilerinden, önyargılarından sıyrılmaları da kolay değil.
Öğretmenlerin de ezber bozmaları çok önemli; artık liselerde de Yaratıcı Yazma atölyeleri düzenlenmeye başlandı. Oysa Yaratıcı yazma, pek çok kez kompozisyonla karıştırılıyor. Bu kitapta kendi atölyelerimden örnekler vererek bu bulanık konulara da biraz açıklık getirmeye çalıştım.
Klasik bir soru: Yaratıcı Yazma atölyelerinden yazar çıkar mı; ya da Yaratıcı Yazma atölyeleri ne gibi kazanımlar sağlar?
Evet, bu çok sık sorulan bir soru. Bence problematik bir soru, çünkü atölyelerden ‘yazar’ çıkıp çıkmayacağı, gene “ya siyah ya beyaz” bir soru; süreç değil, sonuç odaklı bir soru; esas meselenin ıskalanmasına neden olan bir soru. Yaratıcı yazma eğitiminden geçmek yazar olmayı tabii ki garantilemez, zaten de atölyenin amacı, profesyonel yazar yaratmak değil, olmamalı. Atölyelerime bu nedenle ‘yaratıcı yazarlık’ değil, ‘yaratıcı yazma’ adını veriyorum: Yapılan iş ‘yazarlık’ değil; yapılan iş, ‘yazmak’.
Atölyelerimde öğrencilerimin zihinlerini hemen birtakım edebi türlerle, yazma teknikleriyle doldurmak yerine; kalıplı düşünüş biçimlerini sarsmaya, yaratıcılıklarını tekrar devreye sokmalarına ve hayal güçlerine yeniden kavuşabilmelerine zemin hazırlamaya öncelik veriyorum. Bana göre bu, birtakım bilgileri, bilmem hangi kuramları hatmetmelerinden daha önemli; doğrudan hayat kaliteleriyle ilgili. Bu çalışmalar yaşam biçimimizi kökünden değiştirebilir, bizde yepyeni farkındalıklar uyandırabilir, çok yüzleştirici ve dönüştürücü olabilir. Atölye ortamında karşılıklı etkileşim içinde yürütülen çalışmalarda en yadırganabilecek fikirler bile yargılanmadan, cesaretle ve saygıyla karşılanacağının güveni içinde paylaşılır. Yazmak, ancak korkular ve çekingenlikler aşıldıktan sonra özgürleştirici bir uğraş haline gelebilir. İşin tekniği, en son ilgilenilecek konudur.
[quote]Korkmadan, düşünmeden, tutkuyla yazmak, kendimize ayna tutmak gibidir. Tıpkı rüyalarımız gibi, bilinçaltımızı ele verir, kendimizi tanımamıza zemin hazırlar. Yaratıcı yazma bir anlamda uyanıkken rüya görmek gibidir. Öğrencilerime de hep söylerim: Hepimizin içinde milyonlarca ‘ben’ var. Bir katil hakkında yazmak için illa birini öldürmeye gerek yok – içimizdeki ‘öfkeli ben’ teline dokunmak yeterli. Kendimizi kaptırarak yazdığımızda içimizdeki ‘ben’ler ortaya dökülmeye, bizi şaşırtmaya başlarlar.[/quote]
‘Sigara izmariti yeme’ egzersizi öğrencilere ‘hoş geldin’ demek için iyi bir başlangıç olmalı, bu anlamda! Kitabınızda bu egzersize ilişkin çok yaratıcı ve eğlenceli örneklere yer vermişsiniz. Bu egzersizi anlatır mısınız?
İlk hafta, tanışma faslından sonra akıl, yaratıcılık, hayal gücü, ezber bozma üzerine konuşuyoruz, sonra öğrencilerimden bir ‘saçmalama’ egzersizi yapmalarını istiyorum. Bunlardan biri: Farz edin ki en sevdiğiniz, yemekten en çok zevk aldığınız şey, sigara izmariti! diye başlıyorum. Hepsi yüzüme dehşet ve şaşkınlıkla bakıyor; kulaklarına inanamıyorlar! İzmariti yerken o tattan aldıkları hazzı, izmaritlerin o muhteşem lezzetini ikna edici bir şekilde anlatmalarını ve hepimizde birer tane izmarit tatma isteği uyandırmalarını istiyorum.
Bu egzersizden hemen önce öğrencilerinizi yoğurup ‘kıvama’ getirmezseniz, pek azı yazılarında izmarit yemeye yanaşır; yaratıcı metinler üretmek yerine kompozisyon tarzında, izmaritle ilgili felsefe yaparlar; tadını çileğe, çikolataya benzetirler, filtrenin rengini, üzerindeki ruj lekelerini vs anlatmaya girişirler. Ama gaza getirmeyi başarırsanız harika bir egzersiz, çünkü çıkan ürünler hiçbir şeyin taklidi değil; öğrenciler böyle bir konuyu daha önce hiç düşünmüş değiller – bâkir bir konu. Sonunda elde ettikleri, tamamen kendi özgün yazıları, bu yüzden daha en baştan, daha önce hiç düşünmedikleri bir konuda yazabileceklerine dair özgüven kazandırıyor. Bu egzersiz eğitmen olarak bana da çok şey öğretti ve gösterdi, ama en çarpıcı olanı, ezberci eğitimin genç zihinlerde yarattığı tahribatı ortaya sermesi.
Thomas Mann’ı zikretmişsiniz; ‘Aptallığın pek çok biçimi var, ama içlerinde en beteri akıllılık’, demiş. Bunu Yaratıcı Yazma çalışmalarıyla nasıl bağdaştırırsınız?
Akıl demek rasyonel olmak ve ayaklarının yere basması demek. Sürekli akılla hareket edersek kendi sınırlı deneyimlerimize mahkûm olur, üstüne de kendimizi pek akıllı sanırız, nitekim akıllı da oluruz! Oysa bütün değerlerimizi, bütün bildiklerimizi, bütün öğrendiklerimizi, kısacası ‘aklı’ geçici süreliğine de olsa askıya almadan, kendimizin dışına nasıl çıkabiliriz ki?
Yazar olmak, ya da profesyonel yazar olmak kavramları hakkında ne düşünüyorsunuz?
[quote]Bilmiyorum. Galiba bu konu üzerine çok da düşünmüyorum. Yazar olmak, çok abartılıyor, çok yüksek mertebelere çıkartılıyor ve bunu çok da anlamıyorum. Kendimden örnek vereyim – yıllardır orada burada yazıyordum, iki, üç romanım yayınlanmıştı ve benden ‘yazar’ diye söz ettiklerinde, içimden hep, ‘estağfurullah’ demek geliyordu – sanki yazarlık bir payeymiş gibi! Şimdiyse kısa kesiyorum: ‘Yazarsan yazarsın, yazmazsan yazmayansın.’[/quote]
Yazmak ve cesaret arasındaki bağ nedir?
Bu cesaret konusu o kadar önemli ve temel bir mesele ki, kitabımda buna apayrı bir bölüm ayırdım, sık sık da bu konuya değindim.
Yazmak kendimizi teşhir etmektir. Demin de anlatmıştım – hepimiz, içimizde milyonlarca ‘ben’, milyonlarca insan barındırıyoruz. Bir karakteri ‘sıfır’dan yarattığımızı düşünsek bile, kaleme aldığımız, sonuçta bizim zihnimizin ürettiği hayaller, düşünceler. Yazarlığın bu yüzleştirici yanı, insanı korkutabilir ve bu korku, kendimizi yazımıza kaptırmamıza, en derinimizi keşfetmemize karşı bir direnç oluşturabilir. Ama unutmamak gerekir ki yaratıcı yazma bir keşif sürecidir ve kişinin kendini kazıp deşmesiyle başlar.
Evet – kitabında şöyle demişsiniz:
‘Ne zaman bir konuyu yazmakta tereddüt ediyor, isteksizlik duyuyor veya o konuyu yazmaktan tümüyle kaçınıyorsak, şunu bilmeliyiz ki esas, tam da orada bir dinamizm var, orada bir şeyler fokurduyor, hakikatimiz tam da orada! Yazmamız gereken, yani asıl ilginç olan, yani kendi hakikatimiz, tam da yazmakta zorlandığımız, kaçındığımız konudur ve bu konunun ısrarla üstüne üstüne gitmekten kaçınırsak, ancak sığ, sıradan metinler üretebiliriz.’
Aynen öyle; bunu atölyelerde de hep tekrarlar, dururum. Hatta kitabımda, bu ‘kaçınma’ halinin göstergelerini de sıraladm:
‘…Konuyu değiştiriveririz; yazıyı birden gereksiz ayrıntılara boğmaya başlarız; kibarlaşır, birtakım pozlara bürünürüz; genellemelere kaçarız; konunun zeytinyağı gibi üzerine çıkar, derinine inmekten kaçınır, etrafında dans ederiz…
Yaratıcı Yazma atölyelerinde her ne kadar, “yazmada ayıp yok!” diye tekrarlasam da, katılımcılara düşünme fırsatını verdiğimde, sansür mekanizmaları ister istemez devreye giriyor.
Evet, yazmak egomuzu bir kenara bırakarak kendimizi teşhir etmektir; bu konudaki korkularımızı aşmayı başardığımızda, işte o zaman ilginç metinler üretmeye de başlarız.’
Yazarken beynin sansürüne takılmamak için ne yapmalı?
Hızlı yazmak çok işe yarıyor. Kendimize düşünme fırsatı tanımadan, kaptırarak yazınca genelde ortaya yaratıcı bir taslak-metin çıkıyor; bize geriye, o taslak üzerinde çalışmak kalıyor. Şunu hatırlatayım ki yaratıcı yazmada ‘hata yapmak’, ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ diye bir şey yoktur, bu nedenle hızdan korkmak için bir neden de olmamalı. Yazdığımız her metnin sadece bir taslak olduğunu bilirsek, ‘mükemmel cümleler kurmak’ gibi prangalara ayağımızı kaptırmaz, ‘edebiyat paralamak’ gibi tuzaklara düşmez, gerçekten o harika, her şeyin mümkün olduğu “rüya görme” moduna geçebiliriz.
[quote]İç sansürcümüz en büyük düşmanımızdır, çünkü bizi sürekli sabote etmek ister; beynimizin yaratıcı, sanatkâr; en alakasız şeyler arasındaki bağlantıları görebilen yanını değil; ‘doğru’ bilinenden şaşmayan, ‘ya siyah ya beyaz’ diye bakan akılcı yanımızı temsil eder. Dahası, motivasyonumuzu kırar, ‘Sen kim, yazar olmak kim?” diye bizi tiye alır.[/quote]
Nitekim başlarda öğrenciler, ‘hata’ yapma korkusuyla, eğitmenden ısrarla yönlendirme beklerler. Oysa yaratıcı olabilmek için tanıdık yollardan, ‘yanlış’ bilinen yollara sapmak şart! Öğrencilere ‘yetişkinliğe aykırı’ şeyler söylemeyi, saçmalamayı ve bundan korkmamayı yeniden öğretmek, onları bu konuda teşvik etmek gerekiyor.
Duyuları ve sezgileri güçlendirmek üzerine çalışılabilir mi?
Her gün beş duyumuz üzerine beş dakikalığına odaklanmak bile çok işe yarar. Şu anda tenimde neler hissediyorum? Bu yazıyı okurken bilgisayarın tuşları üzerinde gezinen parmak uçlarımda nasıl bir his var? Bu hissi yazıya nasıl dökebilirim? Ya sandalyeyle temas halindeki popom? Bunu nasıl tarif edebilirim? Etrafta katman katman ne gibi sesler var? Ya kokular? Duyularımız, özellikle de kokular, bize müthiş malzeme sunarlar. Geçmişten tanıdığımız bir koku, bize geçmişteki olayı doğrudan hatırlatmasa da, o olayın bizde geçmişte yarattığı duyguyu yeniden yaşatır. Gülsuyu kokusunun sizi niçin hep hüzünlendirdiğine anlam veremeyebilirsiniz, oysa çocukluğunuzda herkesin ağıt yaktığı bir mevlütte gülsuyu dağıtılmıştır.
Bir de, ‘üçüncü göz’den söz ediyorsunuz kitabınızda. Yazarca yaşama tarzı ve hayata üçüncü gözle bakmak, bir içgüdü müdür?
Bütün mesele, ‘insan’a, insanın çeşitli çıkmazlarına ilgi duymakta, empatiyle yaklaşmakta yatıyor.
İki-üç ay önceki bir atölyemde, hani şu, bebeğini evde bırakıp tatile ailesini ziyarete giden ve bebeğin ölümüne yol açan öğretmeni tartıştık – haber pek çok gazetede ‘cani anne’ başlığıyla verilmişti. Dildeki cinsiyetçiliği konuştuk önce: Söz konusu bir erkek, bir baba olsaydı, haber nasıl verilirdi? (‘Bunalımdaki baba cinnet geçirdi’, falan filan). Sonra, esas hikâyeye geldik: Hikâyede bir sürü tuhaflık var. Bir öğretmen, bebeğini öyle bırakıp çekip giderse bebeğin açlıktan öleceğini nasıl bilmez? Böyle bir şey, mümkün mü? Öğretmenin kendini nasıl savunduğu, hiçbir yerde yazılı değil. Bir muamma! Öğrencilerime şöyle bir çalışma verdim: ‘Bebeğini bırakıp giden bu öğretmenin yaşlı annesi, çok yakın bir arkadaşına neler anlatıyor olabilir?’
Bu konunun üzerine farklı bir şekilde düşünmeye başlayınca, öğrencilerden bir sürü ilginç metin çıktı ortaya. Ana akım medyanın bizi sürüklemek istediği bakış açısının dışına çıkınca, öğretmenin çocukluğunu, olayların gelişimini vs yeniden kurgulayınca, o ‘cani öğretmen’e birden hepimizin bakışı değişmişti.
[quote]Yazarlık, başkalarının hayatlarına yargılamadan, anlamaya çalışarak bakmaya, içselleştirerek, merhametle yaklaşmaya zorluyor seni. Hepimizin aslında ‘bir’ olduğunu görüyorsun ve empati duygun gelişiyor. Bir anlamda zenginleşiyorsun. Kendini dışarıdan görmeye ve tarafsız bakmaya başlıyorsun.[/quote]
Evet, bu konuda kitabınızda şöyle bir pasaj var:
‘Yaratıcı Yazmanın, kendimizden farklı olan kişilere daha hoşgörüyle, daha sevgiyle yaklaşmayı bize öğrettiğine kuvvetle inanıyorum. İnsanların sigara izmariti yemeyi sevebileceklerine inanabilirsek; bir aslanla sineğin, siyahla beyazın, ağaçla insanın, canlıyla cansızın arasındaki bütün sınırların da silikleştiğini görür, her şeyin birbiriyle bağlı bir bütün olduğunu fark ederiz. Yarattığımız en kötü karakterlerin bile zayıf yönlerini, neden “öyle” olduklarını, içlerindeki mücadeleyi sonuçta biz görüyoruz yakından; onları sevmemek, hiç değilse onlara merhamet duymamak elimizde değil – çünkü bir yandan da o zaaflar, bizden, bizim hayal gücümüzden türüyor; onlar bizim parçamız, onlar biz’iz. Bu içgörü bizi, gerçek hayatımızda da başkalarını kolayca yargılama zaafına karşı daha uyanık kılıyor. Kalbimizi yumuşatıyor; ‘sen’le ‘ben’ arasındaki ayrımın aslında hiç de sanıldığı kadar büyük olmadığını gösteriyor bize. Sınırları bulanıklaştırıyor.’
Yazma süreci yalnızlık mı gerektirir?
Yazmak, doğası gereği zaten ‘yalnız’ bir süreç. Yazmak niyetiyle yazının başına oturduğun zaman, artık beyninle parmakların arasına hiç kimse giremez. Çok kalabalık, gürültülü bir kafede bile bir metin üretmeye başladığın andan itibaren, tamamen kendinle baş başa kalırsın. O gürültü seni hiç etkilemeyen, giderek uzaklaşan bir uğultuya dönüşüverir. Bu yalnızlık hali, herkesin hoşuna gitmeyebilir.
İlham büyülü bir kaynak mıdır, yoksa ona ulaşmanın yolları var mıdır?
İlham, ‘Hay Allah, bir türlü yazacak konu bulamıyorum!’ diye kendinizi paralayarak gelmez.
Bütün yaratıcı – yenilikçi fikirlerde olduğu gibi, yazıda da ilham, zihinsel birikimlerimizin sonucudur; sonuçta her şey, bütün yaşadıklarımız, okuduğumuz bütün kitaplar, beynimizde depolanır. Burada zihninizi nelerle beslediğiniz, algıda seçiciliğinizi ne yönde kullandığınız, ilhamınız açısından önem kazanıyor. Bütün gün sadece televizyonda dizi izliyorsanız, yaratıcı veya özgün fikirler bulma şansınız epeyce zayıflayacaktır. Kısacası, ilham biziz; ilham bizden türüyor, dolayısıyla abur cuburla değil, kaliteli beslenmeye dikkat etmemiz lazım.
Buna ek olarak ilham bir de yazarken ortaya çıkar – bu da yaratıcı yazmanın ayırt edici özelliklerinden biri – dilerseniz buna ‘büyü’ deyin! Yazma eyleminin, zihnimiz üzerinde böyle garip bir etkisi var: Bilgisayarınızın başına geçip parmaklarınızı klavyenin üzerinde şöyle bir kımıldatsanız bile, er ya da geç, bir şeyler kendiliğinden akmaya başlıyor. Yazarken zihninize yeni yeni fikirler üşüşmeye başlıyor.
Yazmanın, ‘nefsimizi bir kenara koymak’ olduğundan bahsetmişsiniz kitapta. Bunu biraz açar mısınız?
Bir roman veya öykü yazmaya giriştiğimizde, mecburuz ‘kendi’mizi hiç değilse bir süreliğine rafa kaldırmaya. Hayalimde oluşturduğum yepyeni bir dünya ve ‘ben’ olmayan karakterler var. Bir yazarın düşebileceği en büyük tuzak, egosuna yenilerek herkesin kendisi gibi düşündüğünü, kendisiyle aynı değerleri paylaştığını sanmasıdır. Elbette ki kendi deneyimlerimizden yola çıkıyoruz, ama bu deneyimleri birebir uygulamak yerine, hayal gücümüzü de katarak, bizimkilerden çok farklı, hatta bambaşka hayatlarınkilere dönüştürmeyi bilmeliyiz. Kendimizinkilerden çok farklı, hatta kendimizinkilere tamamen zıt değer ve inançları da anlamaya –ama yargılamadan, gerçek bir anlama arzusuyla anlamaya- çalışmamız, bu yüzden çok önemli. İşte o zaman yarattığınız karakterler ilginç ve gerçek olacaktır. En basitinden: Sizin görüşünüzü yansıtan gazeteyi değil de, tamamen karşıt görüştekilerin çıkardığı gazeteyi ara ara okumakla işe başlayabilirsiniz: Bakalım onlar ne diyor? Nasıl bir mantık yürütüyorlar? Ne hissediyorlar? Nasıl bakıyorlar?
Romanlarınızı yazma süreçlerinin hepsi birbirinden farklı mı?
Mutlaka! Yazmak için bir şeylerin seni harekete geçirmesi, bir meselen olması gerekiyor. Beni ilk romanım ‘Çifte Kapıların Ötesi’ni yazmaya iten şey, kendi psikoterapi sürecimde cevap aradığım sorularım, bir türlü açıklamasını bulamadığım duygularımdı; sonuçta, bir kadının kendini arama (ve bulma!) yolculuğunun anlatıldığı bir roman çıktı ortaya. Roman otobiyografik öğeler içerse de, tabii ki bir otobiyografi değil; işin içine kurgu giriyor: Karakterleri dönüştürüyorsun, tanınmaz hale getiriyorsun; olayları abartıyorsun, dramatize ediyorsun, işin cılkını çıkarıyorsun! ‘Gözlerindeki Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı?’da başka konular gündemimdeydi: Doğum, anne olmak, kadın erkek ilişkileri, cinsellik… ‘Topaç’ ve ‘Siyah Koku’ (her ne kadar ikisinde de aşk yer alsa da), sert romanlar. İkisi de bilimkurgumsu; ikisi de 2050 yıllarında geçiyor. Her iki romanı da yazarken, azınlıkları ötekileme, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük; ayrıca çevre meseleleri, su kaynaklarının hoyratça tüketiliyor olması, insanların zorunlu askerliğe gönderilmesi, ele almak istediğim konulardı.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim…
Ne demek, ben teşekkür ederim ilginiz için…
Biyografi: GülayşeKoçak
Gülayşe Koçak (1956, New York). Okul öncesi çocukluğu Addis Ababa’da geçti; ilkokulu Kopenhag’da, ortaokulun bir bölümünü TED Ankara Koleji’nde okudu. Lise eğitimini Hannover’de bir gymnasiumda alırken, Hannover Müzik ve Tiyatro Yüksekokulu’nda misafir öğrenci olarak piyano eğitimini sürdürdü. Liseyi Ankara Tevfik Fikret Lisesi’nde tamamlayan Koçak, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan 1979’da mezun oldu. Ankara’da Kanada Büyükelçiliği’nde on yıl, White and Case Hukuk Şirketi’nde üç yıl çalıştı. Amatör oda müziği grubuyla birlikte konserler verdi, ayrıca üç yıl boyunca Anglikan Kilisesi’nin pazar ayinlerinde org çaldı. 2004 yılından bu yana İstanbul Sabancı Üniversitesi’nin Yazma Becerileri Merkezi’nde Yaratıcı Yazma atölye çalışmaları düzenlemekte, bunun yanı sıra pek çok kurumda çeşitli eğitimler vermektedir.
Virgül, PsikeArt, Mahsus Mahal, SUDergi gibi pek çok dergide, edebiyat sitesi iktidarsiz.com’da, çeşitli kitaplarda denemeleri, makaleleri, kitap tanıtım yazıları yayımlanmıştır. Çeşitli sosyal bilim sahalarında makale çevirileri yapmıştır.
Yapıtları:
Roman: Çifte Kapıların Ötesi (1993 Oğlak Yayınevi, 2003 İletişim, 2013 YKY), Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı? (1997 Oğlak Yayınevi), Topaç (2002 Kanat Kitap), Siyah Koku (2012 YKY), Yaratıcı Yazmanın Hazzı (2013 Alfa Yayınları). Deneme: Yaratıcı Yazmanın Hazzı (2013, Alfa Yayınları). Çeviri: Türkiye Kronolojisi 1938-1945, (Gotthard Jaeschke) (1990 Türk Tarih Kurumu), Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, (Raymond Geuss) (2007 YKY).