Futbol ve Arka Direkte Kendini Unutturanlar

Gözünüzün önüne iki birey getirin: Birisi boş zamanında futbol maçları izliyorken, diğeri Karl Marx okuyor. İktidar gücü olsaydınız hangisini yeğlerdiniz?

Popüler Futbol

Kıraathanelerin tahta sandalyelerinde de, parlamentoların ceylan derili koltuklarında da tartışılan ortak bir konu vardır: Futbol. Her ırktan, sosyal statüden, yaştan insanın aynı hazzı duyabildiği bir spor. Golf gibi bir avuç burjuvanın eğlencesi değil, en lümpen proleterinden en zengin patronuna, herkesi kucaklayan bir spor. Futbol neden böylesine popüler? Neden küçük bir ülkenin aylık cari açığını kapatabilecek paralar bir futbolcuya ödeniyor? Topun etrafına kurulmuş bir endüstri nasıl bu kadar gelişebiliyor?

‘Ve kırmızı kart çıkıyor sayın seyirciler!’

Nobel ödüllü yazar Mario Vargas Llosa’ya göre, futbolun popülerliği; yasallığa, eşitliğe ve özgürlüğe duyulan doğal istekten kaynaklanmaktadır. İnsanlar futbolu ideal toplum modeli olarak görürler. Sarı ve kırmızı kartlar, reel hayatın hukuksal düzenlemelerini temsil eder. Hırsızlık yapan şahsın hapse girmesiyle, rakibine kasti tekme atan futbolcunun oyundan ihraç edilmesinin mantığı temelde aynıdır. Rakibe gösterilen her kart, taraftarın reel yaşantısında bulamadığı adalet duygusunu perçinler. Öte yandan futbol imtiyaza ve kayırmacılığa izin vermez; formaların renkleri ve nüfuzları ne olursa olsun, kurallar her iki tarafa eşit işlemektedir. Son olarak futbol özgürlüğe açılan bir kapıdır; çünkü hem oyuncular hem de seyirciler stadyuma girdikleri anda egolarını kenara bırakırlar ve -ahlaki normları ihlal etmedikleri müddetçe- ilkel duygularını rahatça yaşayabilirler.


Mario Vargas Llosa’nın yukarıdaki düşüncelerine büyük ölçüde katılmıyorum. Öncelikle adaletin, adalet sarayı inşa etmekle sağlanacağını zanneden Türkiye gibi ülkeler; futbol hakemlerinin en yoğun tartışıldığı yerlerdir. İnsanlar, reel hayatta bulamadığı adalet duygusuna çoğu zaman yeşil sahada da nail olamazlar. Çünkü endüstriyel futbol pazarı; zengin olanın borusunun öttüğü, şike, bahis ve teşvik primi gibi etkinliklerin kanıksandığı bir ortam yaratmıştır. Paranın kirlettiği futbol hakemlere olan güveni de zedelediği için; futbolun popülaritesini yarattığı suni adalet duygusuyla açıklamak doğru olmaz.

İkinci olarak, Llosa’nın bahsettiği gibi, futbolun eşit haz verme potansiyeli olduğu doğrudur. Marx’ın ayrımıyla proleter ve burjuva sınıfı, Weber’in ayrımıyla Katolik ve Protestan mezhepleri, farklı statü ve koşullara sahip olmalarına rağmen aynı gole sevinip üzülürler; maçla ilgili benzer dedikoduları yapar, benzer hisler yaşarlar. Ancak bugün baktığımızda tablonun değiştiğini görmekteyiz. Futbolun endüstriyelleşmesi, eşitlik ruhunu tamamen zedelemiş, tabiri caizse bir çuval inciri berbat etmiştir. Sadece futbol kulüpleri değil, izleyiciler de müşterilere dönüşerek bu uluslararası fabrikanın parçası olmuştur. Söz gelimi Türkiye’de Süper Lig, İspanya ve İngiltere Ligi, Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi maçlarının büyük kısmı şifreli yayınlanmaktadır. Maddi külfet olan şifreli yayınlar, toplumsal sınıflar arasında eşitsizlik yaratmakta, toplumun alt tabakasını gazete yorumlarına ve televizyon tekrarlarına mahkum etmektedir.

Son olarak Llosa’nın değindiği özgürlük kavramının yanılsamadan ibaret olduğunu düşünüyorum. Frankfurt Okulu temsilcilerinden Adorno, Horkheimer gibi düşünürlere göre futbolun esas amacı; kitlelerin özgürlük ve kurtuluş çabasını engelleyerek, sahte ve teslimiyetçi bir isyankarlık yaratmaktır. Söz gelimi stadyuma giderek heyecanlanan, zıplayan, bedensel ve duygusal efor harcayan taraftar, rahatlamış olarak evine dönecek; iktidarın ve kapitalist ilişkilerin baskısını bir nebze unutacaktır. Başka bir deyişle kendini ifade etmenin fırsatını bulduğu için gevşeyecek, devrimci potansiyelini törpüleyecektir. Bu görüşe destek olarak, Portekiz’in faşist diktatörü General Salazar’ın ‘Futbol olmasaydı Portekiz’i yönetemezdim.’ sözü veya Türkiye’de 1980 darbesinin akabinde futbolun (ve seksin) hiç olmadığı kadar ilgi uyandırması gösterilebilir. (Her ikisi de apolitikleştirme operasyonlarıdır.) Özetle futbolu popüler yapanın, yarattığı özgürlük duygusu olduğu söylenebilir; ancak bu duygu basit bir yanılsamadan ibarettir.

Portekiz diktatörü Antonio Salazar

Llosa’nın görüşlerine büyük oranda karşı çıkıyorum. Bana göre futbol gerçekten de yasallık, eşitlik ve özgürlük üzerine toplumu bilinçlendiriyor olsaydı, çoktan yasaklanırdı. Kaldı ki İngiltere’de filizlenen modern futbol ne idüğü belirsiz olduğu için defalarca yasaklanmış; sonra zararsız olduğu anlaşılınca serbest bırakılmıştır. Benzer şekilde II. Abdülhamit de futbolu yasakladığı için, Osmanlı’daki ilk müsabakalar azınlıklar arasında oynanmıştır. Futbol bugün tamamıyla serbesttir ve teşvik edilmektedir; çünkü insanların bilinçlenmesine katkı yapmaz. Gözünüzün önüne iki birey getirin: Birisi boş zamanında futbol maçları izliyorken, diğeri Karl Marx okuyor. İktidar gücü olsaydınız hangisini yeğlerdiniz?


Bana kalırsa, futbolun niçin popüler olduğunu anlamak için sosyoloji kuramlarına başvurmak şart değil. Futbol basit bir oyundur. Kitaplardan ve zeka oyunlarından farklı olarak, seyircileri zihinsel açıdan yormaz. Futbol maçı bireye entelektüel bir katkı sağlamaz, hafızada belirgin iz bırakmaz. Akıllı veya akılsız, eğitimli veya cahil tüm insanlar futboldan anlayabilir, hararetle birikimlerini tartışabilir.

Elbette futbolun popülaritesini arttıran tek neden, basit olması değildir. Diğer branşlara göre düşük skorlu olması (bir futbol golü, tenis sayısından daha değerlidir), güce dayalı olduğu için erkeklere model olması, stadyumların engin olması ve aidiyet duygusu aşılaması gibi nedenler gösterilebilir. Nedenleri ne olursa olsun bilinen tek gerçek, futbol modasının asla geçmeyeceğidir. Şahsım adına futbola karşı değilim, severek de izliyorum, bu nedenle yazımı Ümit Yaşar Oğuzcan’dan bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

[quote]Zamanla… Bütün krallıklar cumhuriyet olacak. Kala kala… Bir gol krallığı kalacak dünyada.  Krala selam! Futbola devam![/quote]

[divider]


Dipnot: Fenerbahçe’nin 2013-2014 sezonu şampiyonluğunu kutlarım.


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.