Benim adım “Alice.” Burası da “Alice’in Harikalar Diyarı.” Benim yaşadığım ülke yani. Dünyanın kuzey yarımküresinde şahane bir ülkede yaşıyorum…
Huzur ve özgürlük diz boyu! Hatta boyumuzu aşmış durumda. Gelir dağılımı adil. İnsan hayatı her şeyden değerli. Her renkten ve milletten insan var sokaklarda. Denizlerimiz temiz, ormanlarımıza gözümüz gibi bakıyoruz. Kimse inancı veya görüşü için suçlanmaz burada. Şeffaf bir toplumuz ve saat gibi işleyen bir hukuk sistemimiz var. İşimizde severek çalışırız. İş kazaları yaşanmaz. Çok okur ve sık seyahat ederiz. Az konuşuruz, çok dinleriz. Ülkemize, birbirimize ve bizi var eden tüm değerlerimize aşkla bağlıyız. Dünyanın en mutlu çocukları ve gençleri burada yaşar. Nereden mi biliyorum? Kendimden! Çünkü ben çok mutluyum…
Bahçede oynarken peşinden koştuğum sevimli tavşanın arkasından gitmeseydim, dahası o şurubu kafaya dikip, kurabiyeyi mideye indirmeseydim, benim masalım da kendi makul gerçekliğinde sürer miydi? Üzerinde “ileri demokrasi” yazan o şurubu kafaya diktikten sonra bana birşeyler oldu… Kocaman bir kapıdan geçtim ve bambaşka bir dünyayla karşılaştım. Fareyle yarenlik ettim, kaplumbağa ile dost oldum. Bu krallıkta nereden çıktı şimdi? Neden kafamı uçurmak istiyorlar benim?
Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Oysa, ne ben Alice’im ne de burası “Harikalar Diyarı.” Kabusa dönünce hayat, beyin uyanmakta zorlandığı güzel bir rüyanın içinde yaşadığını hayal etmek istiyor işte. Birincisi, “Harikalar Diyarı” tanımına uygun bir coğrafyaya doğmadım; ikincisi, mutlu vatandaş olabilme olasılığı fıtratıma aykırı.
Hak ettiğimiz gibi yaşıyoruz ve yönetiliyoruz kimilerine göre. Kimilerine göre ise Cumhuriyet tarihinin en karanlık günleri… Türk olmayan birinin asla anlayamayacağı ve ayak uyduramayacağı bir hızda değişen gündemin kumaşı yolsuzluk, şiddet ve ölümden örülüyor. Öyle ağır ki bu kumaştan biçilen elbise… Mecbur giyiyoruz, ama bedenimizle ve ruhumuzla kaçınılmaz teması akıl ve ruh sağlığımızda onulmaz yaralar açıyor.
Toplumun ayrıştırılması ve birbirine karşı acımasızlaşması ne kadar tehlikeli oysa. Düzen şu anda böyle, ama bu şekilde işlemesine neden olanlar baki değil. Pekiyi, sular durulduğunda, gerçekten geriye “bizden” ne kalacak?
“Huzurlu toplum ve mutlu insan” gerçekliği ne kadar ölçülebilir, hangi noktada ütopya olur? Bu; topluma, zamana ve değerlere göre değişebilir ancak her demokratik toplumun sahip olduğu temel hak ve özgürlükler vardır. Bizim artık yoksun olduğumuz değerler. Birilerinin ütopyası diğerlerinin distopyası olmuş sanki. Gündem acı ve öfkeyle kendi distopyamıza hapsederken bizi, bu yoldan mutlu birey ve huzurlu topluma varmak olası görünmüyor. Esas olan hep umut üzerine yaşamak ve çabalamak değil miydi? Ama nicedir yediğimiz ekmek bile boğazımızda acıyla düğümlenirken, içimiz isyanla dolu.
Devlet neden var? Klasik tanıma göre devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır. Bu tüzel varlık; benim güvenliğimi sağlamayı, demokratik haklarımı korumayı kendine görev edinmezse ne olur? Emeği sömürmekte ustalaşıp, ölü bedenlerin üzerinde yükselmeyi güç zannederse, uzantısı olduğu milletin devleti olmaya devam edebilir mi?
Soma madenlerinde diri diri toprağa gömülen, maske takılarak dışarı çıkartılan cansız işçi bedenlerinin yükünü hangi vicdan taşıyabilir? Tarımın bitirildiği verimli topraklarda, yaşamak için boğazına kadar borca batan işçi, ortaçağ koşullarında madene değil ölüme inmeye hazırdır nasılsa. Kömür bazılarımızın bilinçaltına acı ve umutsuzluk olarak kazındı. Hangi insanı yardım, bu vahşi kapitalist düzenin çarklarının hızını keser? En çok çalışan ve payına en az düşen işçi sınıfı neden kendini bu kadar ezik ve yoksun hisseder? Devlete karşı o kadar boynu büküktür ki, az önce kurtulduğu cehennemden çıktığı çamurlu çizmelerini sedyeyi kirletmemek için çıkarmak ister.
Gelişmiş ülkelerde, madenlerde ölümlü kazalar olmuyor artık. Yerin binlerce metre altında, kendisine çok görülen donanımdan yoksun, yavaş yavaş gelen ölüme direnemeyeceğini anlayıp birbirine sarılarak ölen, evladını veya arkadaşını kurtarmak için bilerek ölüme yürüyen insanların ülkesidir burası. Son nefesini teslim etmeden önce doğacak bebeğini düşünen ve eline “beni affet oğlum”notunu yazan işçiler diyarıdır. Ölü işçilerin yanık bedenleri usul usul tüterken, madenin kapısında bekleyen erk sahipleri cumhuriyet tarihinin en büyük maden faciasını tane hesabıyla normalleştirmeye çalışır. Yetmez! Binlerce kişilik koruma ordusuyla gezenler, büyük bir cenaze evine geldiklerini unutup acılı insanlara tekme ve tokatlarıyla baş sağlığı dilemeyi iletişim dili olarak seçerler. Cümle alemin gördüğü görüntüler reddedilir ve başını kuma değil arzın dibine gömenler yok saymaya ve inkar etmeye devam ederler.
[quote]Namlular hırsla ve öfkeyle çocuklara ve gençlere doğrultuluyorsa, düşmana hacet yok! Araf’ta değiliz artık… Anaların ağıtlarına açılmış tüm kapılar ve biz hep beraber kendi cehennemimizde yanmak üzere yol almaktayız.[/quote]
Hala neyin peşindeyiz? Birileri yanarken ve acı çekerken, beton yığınına çevrilen, insansızlaştırılan meydanlarda, kasalara sığmayan paralarla kaç yıl daha gün yüzü görülür huzurla? Cem evinde cenaze kaldırmak için bir araya gelmiş yaşlı insanların üzerine gaz sıkmak hangi inançta ve gelenekte vardır! Hiç tanımadığı birine, sadece inancı yüzünden, acılı gününde destek olmaya giden bir Alevi işçi, kafasından vurulup kanlar içinde cenazenin yanı başında yere yığılıyorsa, ilahi adalet elbet çıkar bir yerden ve gelir bulur bizi.
[quote]Değerlerlerinizle, yalanlarınızla, duble yollarınızla inşa ettiğiniz ve dayatmak istediğiniz bu düzenin daha kaç mevsimlik hükmü var efendiler? Her kara kaşlı çocuğun yüzünde, Berkin’in martı kaşlarını ve gülümsemesini aramak mıdır yazgımız?[/quote]
Yetmez ama Evet! sloganı maden felaketinden sonra kapıda bekleyen diğer felaketler için de uygun düşer sanırım. Her türlü standartın, iş güvenliğinin ve denetiminin dört dörtlük olduğunu gördüğümüz ülkemizde nükleer santral yapımı da dört gözle beklenmektedir. Neden bizim de nükleer santrallerimiz yok diye hayıflanırken, çok şükür bu konuda dünya standartlarının gerisinde kalmamıza razı gelinmemiştir. Hedef Mersin Akkuyu, Sinop ve İğneada’dır. Mersin Akkuyu’da fay hattı vardır. Sinop Karadeniz’in incisidir ve Fukushima’daki felakatte hasar gören santrali işleten TEPCO şirketine teslim edilmiştir. İğneada ise İstanbul’un yanı başında muhteşem bir doğaya ve dünyadaki üç longoz ormanından birine sahip küçük bir sahil kasabadır. Nükleer endüstrisi; toplum hassasiyetlerinin dışlandığı, devletin benim dediğim olurcu tavrının baskın olduğu kapalı, merkezci politik sistemleri sever. Bu tip enerjinin güvenli, düşük maliyetli ve güvenilir olduğunu iddia eden nükleer lobisi tezleri bilimsel verilerle çürütülmüştür. Nükleer facialarında büyük can kayıpları yaşanmasının yanısıra, bu kazaların doğayı ve gelecek nesiller üzerindeki etikisi yıllarca sürmektedir. Büyük bir vurdumduymazlık ve cehaletle, insan hayatını ipotek etme karşılığında nükleer santrallar kurmaya çalışanlar hangi iş güvenliği ve insan hayatını koruma sınavından başarıyla geçmiştir! Dünyanın çoğu temiz ve sürdürülebilir enerjiye yönelmişken, her konuda ortaçağ karanlığına gömülme ve yaşananlardan ders almama kararlığı nasıl bir aklın ürünüdür. Cevabınızı duyar gibiyim…
Hiçbir politika; ölümü, baskıyı ve insan hayatını hafife alan endüstrileri normalleştirmeye çalıştırmasın. Sadece bu ülkede yaşamaya çalışırken, demokratik haklarımı kullanırken ya da göz göre gelen bir faciada yaşamımı yitirirsem; payıma düşen seçenek teörist olmak veya şehit düşmek olmasın! “Alice Harikalar Diyarında” yaşamıyor artık, ama biz daha normal ve insancıl bir toplumda yaşamayı fazlasıyla hak ediyoruz.