Efendim, malumunuz halen Ramazan ayındayız; çıkmadan da, bu ay için bir şeyler yazmak lazım…
Ayın başında, Ramazanın gelişi münasebetiyle tek bir yazı verip bitirmek olmaz, koca bir ay sonuçta. Anlatacak, konuşacak çok şey var. Ramazan’ ın aslında ne olduğunun, neler olmadığının üstünde durmak, anlatmak lazım; tadında, ‘anlamınca yaşamak ve yaşatmak,’ göstermek lazım,” diye başladı yazar, yazısına.
Tam bunu dediği sırada, son derece elektronik bir posta tıkladı bilgisayarın kapısını. Diyordu ki; “dostlarla şöyle bir iftar yemeği yiyelim diyoruz, ne dersiniz?” Altta da tercihler, sıralı şekilde, inci gibi dizilmiş…
Falanca otelin iftar menüsü, 75 lira, filanca restoranın iftar menüsü, 60 lira, falanca lokantada yemekler çok çılgınca, para, para, para… Yemekten sonra çok sınırsız, sınırsızlar; yemeli, içmeliyiz; doymalı, taşmalıyız…
Yazarın ters adam olduğunu da bildiğinden, tırsım tırsım tırsan imeyil; “valla ben demiyorum ağbi, aracıyım, elçiye zeval olmaz. Sana zahmet yaz cevabını da ben gideyim canım ağbim, daha çok işim var, akşama kadar bir sürü yere gideceğim…” dedi, ürkek bakışlarla. Kendini tutmaya, korktuğunu belli etmemeye çalışsa da, yazar höt dese, saçmalayıp riplay ol yapabilecek bir hali vardı.
“Ey imeyil, yok benden yana sana bir meyil,” diyecek oldu yazar, kansız cansız çok elektronik postaya… “Hadi git,” dedi kibarca ve “gelmeyeceğimi söyle.”
Görevi teslim alan imeyil, son derece çevik bir hareketle hemen oradan ayrıldı. Arkasına bile bakmadan hızla uzaklaştı… İmeyilin arkasından bakan yazar ise, “sen de az elektronik değilsin hani,” diye mırıldandı, dişlerini sıkarak; dişleri bu durumdan rahatsız! “bizimle sorunun ne dostum, nedir bu zulüm?” dediğinde, bıraktı sıkmayı.
Akşam olup evin yolunu tuttuğunda, “çok sevdiği” Facebook mahallesinden geçerken, sabah yapılan davetin sahibi dostlarını gördü. Tek tek baktığı yüzler, hepsi, son derece gülümser. Karın tokluğunun gülümsemeleri, gülümsetemedi “yazanadamı.” Gülümsemek aslında zor işti, her şeye gülmemeli, gülünecek yeri de bilmeli; ama, gülümser topluluk için pek fark etmiyordu bu durum anlaşılan; yer, zaman, maneviyat… önemli değildi.
[quote]Mahalleden geçerken gördüğü çok sayıda diğer gülümserler, gülümserler…[/quote]
Selfie’de yemek trendi
Özçekimde (selfie) yeni moda yemek fotoğrafı katkısı olsa gerek; sıcak yemek, ara sıcak, salata, tatlı, içecek… Çek ve “ohh mis, ne yedik be!” ve benzeri notlarla hemen paylaş paylaşabildiğin kadar, elâlem yemek görsün, görsün ki yemek nedir öğrensin. Öğretme açlığıyla yanıp tutuşuyordu gülümserler, bu da bir olasılık; yanıp tutuştukça daha çok yiyor, içiyor ve fotoğraflıyorlardı anlarını. E tabi, öğretmelilerdi, önemli konu!
Selfie fotoğraflarda kime gülümsedikleri, gülümseyemeyenlerin neden gülümseyemedikleri kadar belli değildi gülümserlerin. Gülümsemeye mi açlardı yoksa, kim bilir?
Facebook mahallesinin bitiminde bulunan evine vardığında “düşünceli yazanadam,” günün yorgunluğunu atmak istediği halde, onun için bir dinlenme yolu veya aracı olmayan televizyonun kumandasına gitti eli. Açtı televizyonu.
Televizyonu açmasıyla birinin ona el sallaması bir oldu, şaşırdı! Kimdi, neden ona el salladı? Hiç tanımadığı biriydi ve sanki gerçekte yüz yüzeymiş gibi hissetti. O da ona el sallayacak oldu, etkiye tepki misali… Aslında karşısındakiyle ne yüz yüze, ne de sallanan elin muhatabıydı. Bulunduğu televizyon kanalının düzenlediği iftar sohbeti ve ardından vereceği yemek organizasyonuydu, o an da sohbet anıydı, dini konular anlatılıyor, ilahiler okunuyordu…
Kamerayla karşı karşıya kalan, sohbet için yanıp tutuşan “hanımabi,” kamerayla karşı karşıya kalmanın heyecanıyla olsa gerek sohbeti, ilahileri unutuverip, bir anda elini, kolunu, orasını burasını sallamaya başlamıştı; pek anlamsız şekillerde… İşte tam o anda, “pekşaşmış yazanadama” denk geldi bu sallamalar; hepsi bu.
Bir başka kanalda, bir belediyenin düzenlediği iftar daveti vardı. Özenerek, her şey düşünülerek yapılmış bir organizasyon olduğu belliydi. Her yerde “takım elbiseler, kravatlar” dolaşıyordu. Orada asıl olması gerekenler hariç, olmaması gereken herkes oradaydı. Yine gülümseyenler; “her yerde gülümseyenler, her yere gülümseyenler!”
Baktı, izledi…
Ve “kafasısisli yazanadam” vazgeçerek yazmaktan, hiçbir şey de anlatamadan kapattı defteri, kaldırdı kalemi. Ne gerek vardı ki yazmaya?! Herkes mutlu ve gülümsüyor, “gülümseyemeyen kimse görünmüyor!” En güzeli duruma ayak uydurmak…
Hemen bir masa kurdu kendine ve masanın başına geçti. Cep telefonunu çıkardı ve kendi fotoğrafını çekmeye çalıştı…
Aynı anda hem poz verip, hem fotoğraf çekmek zor olacak ki; kaşının biri aşağıda bir yukarıda, kafası sağ tarafa saçma bir eğim yapmış, ağzı yamulmuş bir şekilde, gülümsüyorumdan ziyade zorlanıyormuşu andıran bir poz verdi; ama farkında değildi, görmüyordu ki kendini! Bastı telefonun çekim düğmesine, o hareketi de yüzüne yansıyarak; bunların hepsi ayrı bir güzellik katıyordu fotoğrafa…
Sonra bakmak istedi çektiği poza, ne görsün?! Kamerayı ters yöne tutmuş olacak ki, boş duvarı fotoğraflamış, “bomboş bir fotoğraf!”
Yazamamanın ardından fotoğrafı da çekememesine sinirlendi tabi. Fırlatıp attı telefonu masanın üstüne. Telefon ters ters baktı bu harekete…
Tekrar not defterini eline aldı.
Deftere baktı…
Kalemi eline aldı, boş bir sayfa açtı.
Boş sayfaya baktı…
Ve o gün hiçbir şey yazamadı.