Tasavvuf: İlahi neşeden şiire

Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş,

Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez…

Tasavvuf: İlahi neşeden şiire

Bu yazımda sizlere Türkiye Yazarlar Birliğinden inceleme-araştırma ödülü almış bir çalışmadan söz etmek istiyorum:

Sûfî ve şiir – Osmanlı tasavvuf şiirinin poetikası-

Kitap, İnsan Yayınlarının irfan ve tasavvuf serisinden çıkmış. 208 sayfalık bir eser. “Eser” diyorum gerçekten eser. Bu konuda yapılmış başkaca bir çalışma-telif anlamında- var mıdır? Ben bilmiyorum… Bilenler varsa, adını- yazarını yazsınlar bilelim, okuyalım. Ciddiyim… Birinci baskısını 2004 yılında yapmış olan eserin 2011’de dokuzuncu baskısı yapılmış.


Ben bu baskıdan okudum. Eser dört bölümden oluşuyor. Sonunda iyi bir bibliyografya ve indeks bulunuyor. Kitap hakkında internet ortamında epeyce yazılmış. Yani, sesine ses verenler olmuş. Ben de bunları duydum tabii eseri okuduktan sonra.

Kitap hakkında konuşmaya geçmeden önce yazarından dem vuralım biraz. Mahmud Erol Kılıç bir akademisyen. Halen Marmara Üniversitesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim üyesi profesör. Yayınlanmış eserlerinden bazıları şunlar:

Evvel’e Yolculuk: Tasavvuf-Edebiyat-Sanat Konuşmaları, Hermesler Hermesi: İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce, Şeyh-i Ekber: İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Anadolu’nun Ruhu: Tasavvuf- Felsefe-Siyaset Konuşmaları, Tasavvuf Düşüncesi Ders Notları…

Sûfî ve Şiir, serlevhada, XIX. yüzyıl Osmanlı mutasavvıf şâirlerinden Ahmed Kuddûsi’nin şiiri ile başlıyor. Şiirin, tasavvufî şiirin poetikasını çok güzel özetlediği için girişe serlevha ( başlık) olarak alındığı yazar tarafından belirtiliyor. Ayrıca bu kitabı baştan sona bu şiirin gelişigüzel bir şerhi olarak gördüğünü de ifade ediyor. Ben de buraya şiirden bazı beyitleri almayı uygun buldum:

Ehl-i hâle, ehl-i hâl şi’ri verir zevk u safâ

Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez

( Hâl ehline ancak hâl ehlinin şiiri zevk ve safâ verdiği için onlar zâhir ehlinin sözlerini pek delil olarak almazlar.)

Şâirânın kalbleri Hakk’ın hazâini imiş

Hem mukallid sözleri uşşâkı hayrân eylemez

( Zira şâirlerin kalbleri Hakk’ın hâzineleridir. Başkalarını taklid edip duran şâirlerin sözleri bu âşıkları kendilerine nasıl hayran bıraksın ki?) 

Ehl-i hâlin kalbine ilham eder şi’ri Hudâ

Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez

( Hal ehlinin kalbine şiiri Hüda ilham eder.Zâhir ehli’nin şiirinde ne aşk ve ne de cezbe bulunduğundan onların sözleri yârânı irşad da etmez, şevke de getirmez. )

Var nice şi’r-i fasîh, mevzûn, belâgatli, rakîk

Okuyanlar, dinleyenler kesb-i irfân eylemez

( Hiç şüphesiz pek çok fasîh, vezinli, belâgatli ve incelikle kurgulanmış şiirler vardır, ama okuyanlar da dinleyenler de maalesef bunlardan bir irfan kespedemezler.)

Ehl-i hâl şi’ri kulûba ok gibi te’sîr eder

Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostu mihmân eylemez

( Hâl ehlinin şiiri kalblere ok gibi saplanırken zâhir ehlinin şiiri kalbe dostu çağırmaz.)


Hâl ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi

Mâsivâ hubbuyla âbâd gönlü vîrân eylemez

( Hâl ile söylenmeyen sözler , Kuddûsî’nin şiiri gibi, Hakk’tan başka şeylerin sevgisiyle süslenmiş bu gönül kâşânelerimizi târumâr edecek güçte değildir.)

Görüleceği üzere, şiirde, hal ehli (sufi) , ehli zahir (salt dünyevi) kavramları karşı karşıya getirilerek; kendi şiir anlayışlarına vurgu yapılmakta. Yunus Emre’nin dediği ” Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim.” mısralarında ifadesini bulan, esas olanın sanat yapmak olmadığı, dile getirilmekte.

Genel giriş bölümünde, sanat ve sanatçı kavramları üzerinde detaylıca durarak; ” tüm sanatların gerek ontolojik temelinde ve gerekse tarihsel tezahürünün arkasında “din” ve “maneviyat” gerçeğinin yattığı tezinden yola çıkıyor. ” Sanatçı, içerisinde doğmuş olduğu bu varlık mertebesinin sınırları dahilinde faaliyet gösteren bir kişidir. Sanatı ise kendisine yapışık olarak verilen bir yetenektir.” ifadesiyle sanatçının ve sanatın yerini belirliyor.

Yazar, Tanrı’nın da Bir Muhteşem Sanatçı olduğunu, uzun uzadıya şu satırlarla ifade ediyor: ” Tanrı’nın kutsal kitaplarda kendisini tanımlarken kullandığı isimlerden seçilen şu örneklere baktığımız zaman gözümüzün önünde bir Muhteşem Sanatçı canlanır: ” Gücü yeten ( Muktedir), Kendinden emin (Metin), Sabırlı (Sabûr), Kendine yeterli (Gani), Bizatihi güzel (Cemil), İncelik sahibi ( Latif), Adaletle muamele eden ( Muksit), Her şeyi tek tek sayan ( Muhsi), Döndüren ( Muid), Toplayıp düzenleyen ( Cami), Kontrol eden ( Rakib), Bir modelden kopya çekmeden özgün eser ortaya koyan (Bari), İlk defa oluşturan (Mubdi) , Bir şekil veren ( Musavvir), Güzelce ortaya koyan ( Bedi), Yaratan ( Halık), Yaptığı işte benzeri olmayan (Vahid).

İşte bu isimlerin sahibi yukarıdaki bu isimler de dahil olmak üzere, bütün isimlerini yalnızca “insana” talim ettiğini ( öğrettiğini) söyler.

Yine bu Büyük Sanatkar, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye iştiyak duydum ve bunun üzerine yarattım.” derken ilk ortaya koyduğu sanat eseri “insan” olmaktadır. Yine bazı metinlerde yer alan; “Onun hamurunu kendi elleriyle kardı” ve “onu kendi sureti üzere yarattı” (imago dei) ve sonra “ona kendi ruhundan üfledi” gibi sözleri, sırf teolojik tartışmalara hasretmeyerek sanatsal yoruma da açtığımız zaman tam manasıyla harikulade bir sanat eseri ile karşı karşıya kalırız.

Ve alemde gördüğümüz bütün diğer varlıklar ise hep bu asıl nüshadan ( nüsha-yi kübra) , bu prototipten kopya edilecek, her şey o insan-ı hakikinin açılımından ibaret olacaktır.

Bu yüzden bir sanatkar eserini varlığa getirirken aslında çok da bağımsız, tek başına hareket ediyor değildir. Çünkü ister bunun farkında olsun, ister olmasın kendinde meknuz ( saklı) , içinde gizlenmiş bu tanrısal kabiliyetlerle hareket etmektedir. Bu durumda sanatçının kreasyonu da bir bakıma Tanrı’nın alemi yaratma eyleminin bir taklidi olmaktadır.

Sanatın kökeninde taklit etme (imitation) yeteneğinin bulunduğunu bir çok sanat tarihçisi söylemektedir. Demek ki bunun için önceden taklit edilecek olan bir şeyin mevcut olması gerekir. Yaratılışın esası zaten bir taklittir.

Asıl olanın bir yansımasıdır. Bu durumda asıl olan ile yansıması arasındaki irtibat ancak yansıtmaya dayalı olarak kurulabilir. Bir diğer ifadeyle yaratılmış alem semboller, remizler (gizli işaretler) alemidir. Sembollerin, remizlerin asıllarıyla irtibatları, bir işaret eden- işaret edilen irtibatıdır. Bu açıdan kutsal sanat sembolizme dayalıdır.”

Yukarıdaki alıntıladığım satırlara ne kadar katılırsınız, bilemem… Ancak bu satırlarda,bana göre, oldukça etkileyici bir bakış açısının olduğu da bir gerçektir.

Yazar, bu genel girişin ilerleyen satırlarında “şiir” ve “edebiyat” terimlerinin karşılıkları üzerinde durmakta. Kuran’da şiir ve şairlerle ilgili kategorik yaklaşımlardan ve müstakil olarak şairlerden söz eden “Şairler” (Şuarâ) suresinden konu ile ilgili ayetlere değinmekte. Ayrıca Hazreti Peygamber devrinde şiire yaklaşımdan, “Helal Şiir-Haram Şiir” kavramlarından söz etmekte.

Osmanlı şiirine yön vermiş, ilham kaynağı olmuş, Şeyh Galib’in deyişiyle “miri malı” olmuş şairlerden söz eden yazar, bunlardan Şeyh-ı Ekber Muhiddin-i Arabi, Mevlana ve Yunus Emre üzerinde özellikle durmakta. Örneklemeler yapmakta.

Kitabın ikinci bölümü tamamen tasavvuf ağırlıklı… Tasavvufun sadece edebiyata ve şiire etkisi üzerinde durmayan yazar, yelpazesini genişleterek musikiyle olan bağlantısından da örneklemeler yapmakta. Üçüncü bölüm evrensel şiir poetikaları ile Osmanlı Sufi şiirinin örtüşen ve farklı taraflarına değiniyor.

Son bölüm “Aşk Bilginin Kaynağıdır” adını taşımakta. Yazarla, Sadık Yalsızuçanlar’ın yaptığı ve Hece Dergisinde yayınlanan bir yazı bu. Aydınlatıcı ve kitabın genel içeriğiyle alakalı olduğu için kitaba alınmış.

Şu fena fani alemden, bir “nefes” olarak geçip giderken; ebedi ve ezeli sevgili aşkına dara giden, ten kafesi üstündeki derisinden olan aşk erenlerine selam ederek, Nesimi ile yazımı bitiriyorum:

Nesimi’ye sordular kim yârin ile hoş musun


Hoş olayım olmayayım o Yâr benim kime ne. 

Inception filmi ‘Tasavvuf’ incelemesi: Arafta kalmak