Bostan; adalet ve hükümdarlık, cömertlik, aşk, tarikat, muhabbet, alçak gönüllülük, rıza,kanaat terbiye, şükür, tövbe, münacat ve kitabın sonu bölümlerinden oluşuyor…
Dünyanın sadece Batı’dan ibaret olmadığını bilenlerin, değerini çok iyi idrak ettikleri bir eser, söz konusu edeceğimiz. Öyle bir eser ki eski öğretim kurumlarımızdan medreselerde Farsça öğretilirken ders kitabı olarak okutulmuş; eski aydınlarımızın ellerinden düşüremedikleri, içeriğiyle, daima baş uçlarında bulunmuş bir kitap bu: Bostan ve Gülistan…
Milli Eğitim Bakanlığının Şark-İslam Klasikleri serisinde de yerini alan bu eser; hem Batı dünyasında hem de Doğu’da defalarca basılmış, basılmakta… Bizde de çok çevirisi var bu eserin. Hakkında da çok söz söylenmiş, çok yazı yazılmış…
Ramazan ayı içerisinde, bir kitapçı rafında rastladığım yeni bir Bostan ve Gülistan çevirisi dikkatimi çekti. Albenisi olan bir kitaptı. Önce alışkanlığım olduğu üzere, şöyle bir evirip çevirdim elimde. Sonra da kokladım, bir gülü koklar gibi olmasa da. Ama taze kitap kokusu gibisi de yoktur tazelikler arasında. Şöyle bir açtım sayfalarını zarar vermemeye özen göstererek. Kitabı edinmeye karar verdim sonra… Hemen aldım… Ramazan içerisinde kendime yaptığım iyiliklerin başında bu kitabı edinmiş olmak geldi sanırım…
Eser, Beyan Yayınlarının 503.kitabı. Yayına hazırlayan olarak Osman Koca’nın adı geçiyor. Bu eseri Farsça aslından çeviren mi demek? Bunu anlayamasam da eserin diline diyecek çok bir şeyim yok. Yine de tercüme edenin Osman Koca olmasını tercih ederdim. Çünkü başkaca bazı yayın evlerinin, özellikle Batı klasiklerinde de, mütercim adından çok yayına hazırlayan adı geçiyor. Bu ifadeyi, yabancı asıllı yayınlar için pek doğru bulduğumu söyleyemem…
Peki bu değerli yayının, bize ulaşmasını sağlayan Osman Koca kim ? O bir İstanbullu. 1975 doğumlu ve benim gibi bir müddet öğretmenlik yapmış.Bir çok dergide hikaye ve inceleme yayınlamış. “Hayata Dair” isimli öyküsüyle 2003 yılı “Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü almış. Yine aynı yıl “Kral Suban” adlı eseriyle “Beyan Yayınları/Romancı/2003/İlk Romanlar” ödülünü kazanmış. Türk ve Doğu klasikleri üzerine çeviri ve transkript eserleri var.
Kitaba dönecek olursak, farklı bir kağıda özene bezene basılmış ve güzel ciltlenmiş…İlk bakışta özel meşin ciltli kitapları hatırlatıyor. Ama meşin ciltli değil tabii ki… İlk kitap, Bostan…214. Sayfaya kadar. 215’ten 400. sayfalar arası ise Gülistan’a ait.
Esere ilk sözü Osman Koca yazmış. Kitabı hangi şartlarda, nasıl ve nice hazırladıklarından söz ediyor. Daha sonra Şirazî , Bostan, Gülistan hakkında bilgilere yer veriliyor.
Bostan, klasik tertip üzere Münacat, Na’t-ı Şerîf, Çâryâr-ı Güzîn, eserin yazılış gerekçesi, eserin yazılış tarihi, İslam Sultanı Sa’d Oğlu Atabek Bekir’e Övgü, İslam Halifesi Atabek Sa’d Oğlu Mehemmed’e övgüden sonra esas metne geçiyor.
Bostan; adalet ve hükümdarlık, cömertlik, aşk, tarikat, muhabbet, alçak gönüllülük, rıza,kanaat terbiye, şükür, tövbe, münacat ve kitabın sonu bölümlerinden oluşuyor…
Gülistan da ilk söz, giriş, İslam Sultanının güzel sıfatları, kitabın yazılış nedeni, Büyük Emir Ebu Nasır Oğlu Fahreddin’in Vasıfları, hizmette kusurdan dolayı bir köşeye çekilmenin sebebi başlıkları altında giriş düzeninden sonra asıl esere geçiyor.
Gülistan’ın bölümleri : Sultanların adetleri, dervişlerin ahlakı, kanaatkarlığın faziletleri, sükutun faydaları, aşk ve gençlik, düşkünlük ve ihtiyarlık, terbiyenin önemi, zenginlik ve yoksulluk, sohbet adabı (sohbetin edepleri), kitabın sonu.
Kitabın bölümlerine baktığınızda göreceğiniz şey, yazarın ,günümüzden çok da farklı olmayan, pek çok konularda kalem oynattığı…
Sadi bu eseri yazma sebebini şöyle açıklıyor: “Dünyanın her yerini gezdim, dolaştım; sayısız insanla günler geçirdim;her yerde kendimce faydalar buldum; elimden geldiğince her harmandan bir başak topladım.Buna rağmen Şirazlılar kadar temiz, cömert ve alçak gönüllü insan tanımadım. Rabbim, bu topraklara ikramlarıyla ihsanlarını yağmur gibi yağdırsın.
Bu güzel insanların muhabbeti gönlümü Şam’dan, Rum’dan çekip aldı. Bir an önce Şiraz’a döneyim istedim. Gör ki onca güzel bahçe varken dostlarımın yanına elim boş gitmeye utandım. Mısır’dan dönenler, oranın ünlü şekerini beraberlerinde getirirler. Peki ya ben? Boş, bomboş ellerim. Derin düşüncelere daldım.Elimde şeker yoktu ancak şekerden tatlı sözler niçin olmasın idi? Kendime bu şekilde teselli verdikten sonra ağızda erimeyen ve fakat akılları eriten şeker sözlerimi kağıda dökeyim dedim. İlkin ne yazacağımı düşünmeye başladım. Eser demek, bina demekti ve ben öyle bir bina dikmeli idim ki görenler gıptayla içeri girsin, orada şaşa kalsın.”
Sadi ile ilgili okumalarımda yararlandığım kaynaklardan birinde, Sadi’nin yukarıdaki ifadelerini teyit eden şu bilgilere rastladım:”Sadi’nin Orta doğu, Arabistan ve Mısır’ı gezdiği rivayet edilir. Sadi Şam’da iken Haçlılara karşı Türk-İslam ordularında savaşmıştır. Hatta orada Hıristiyan kuvvetlere esir düşmüş yıllarca ağır istihkam işlerinde çalıştırılmıştır. Sadi’nin bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir onu fidye ile satın alarak esaretten kurtarmış ve kızıyla evlendirmiştir. Ancak bu büyük şairin evlilik hayatı pek iç açıcı değildir. Eşinin kendisine kötü davranmasına dayanamayan Sadi, en sonunda evini terk etmiş, Anadolu’yu Çin’i ve Hindistan’ı gezdikten sonra memleketi Şiraz’a dönmüştür.
1256’da memleketine dönen Sadi, kendisini şiire ve ilme vererek ölümsüz eserlerini kaleme almıştır. Moğollarca büyük ihtiram gören Sadi, Tarih-i Cihanguşa’nın yazarı sahibi Cüveyni tarafından da takdir edilmiştir. 98 yaşında ömrünü tamamlayan şair, geniş bilgisi ve yüksek kültürü sayesinde doğu kaynaklarında Şeyh Sadi olarak nam bulmuştur. Mezarı Şiraz’a yakın Sadiyye’dedir.
Sadi, Gülistan kitabını yazma sebebini de “Okuyanların gözlerini sevindirecek, içlerini ferahlatacak bir kitap yazmak istiyorum… Sonbaharın rüzgarının ilişmediği, feleğin dönüşüyle baharı hazana çevrilmeyecek bir kitap…” diyerek belirttikten sonra, kitabında kullandığı dili de şu şekilde över: “Yazıda öyle bir dil kullandım ki konuşanlar hayrete düştü, söz ustaları söze küstü…”
Bunca kuru bilgiden sonra, Bostan’ın Aşk bölümünden Hakk Aşıklarının anlatıldığı alıntıyla yazıyı bitirmek istiyorum:
“Aşk gamıyla perişan olanların katında yara ve merhem aynıdır. İster aç, ister sür. Onların bu halleri ne hoştur! Hakk aşıkları, saltanat talep etmez. Tersine, gerçek dostluk uğruna yoksullukla sabreden dilencidir onlar.Daima elem şarabı içip acıyı tatsalar bile ses çıkarmazlar.Şarapta, mahmurluk; gül dalında, acımasız dikenler bulunur. Ancak, dost tutmak için sabır, insana acı gelmez. Sevgilinin eliyle sunduğu acı şarap, aşığa şeker gelir. Onun esiri, zincirinden kurtulmayı; avına düşen, kemendini çözmeyi dilemez. Hakk aşıkları, kabile içinde dilenci; uzlet aleminde sultandır.Konakları bildikleri halde, izlerini kaybetmişlerdir. Melamet şarabı içerler, yar sarhoşudurlar. Sarhoş deve, yükü daha çabuk götürür. Halk, onların coşkun anını nasıl yakalasın, bengisu gibi karanlıkta gizlidirler. Beytül Mukaddes gibi, içleri kubbelerle dolu olduğu halde, dış duvarları harabeye benzer. İpek böceği gibi sarınmazlar, pervane misali ateşe atılırlar. Sevgili yanlarındadır, yine de sevgiliyi ararlar. Irmak kıyısında bulundukları halde dudakları susuzluktan kurumuştur.Su içmezler, demiyorum; Nil’in tatlı sularına bile kanmadıklarını söylemek istiyorum. “
Ömrümüz aşk olsun…