Tüm farklılıklara rağmen hepimiz bu bütünsel ve teklik sanatının acaba tasavvurundan ibaret birer küçük parçacığı, noktacığı değil miyiz? İçimize, özümüze döndükçe dünyamız genişlemiyor mu?
Geçmişten günümüze insanoğlunun varoluşu hakkında bilimsel gözlük bakışı ile birçok tez ve teori üretilmiş olup bir kesin sonuca ulaşma konusu hala gizemini korumaktadır.
Bu gözlük çerçevesinde düşündüğümüzde ilk akla gelen isim olan19.yy. İngiliz Biyolog ve Doğa Tarihçisi Charles Darwin (1809-1882)’in Tanrının yaratma gücünü ve varlığını kabul etmeyen ‘’Evrim Teorisi’’ hepimizi düşündürmüş ve bugün modern biyolojinin temelini oluşturmuştur.
Darwin’e göre evrenin rastgele oluştuğu, organizmanın doğal seçilim yolu ile yaşamla bir mücadele halinde evrim sürecine girdiği, farklılaşarak oluşan maymunun bu evrimleşme sürecinde bugünkü insan ırkı olarak evrimini tamamladığı yönünde bir fikri savunmuştur. Ayrıca ateist anlayışa paralellik oluşturan bu evrim süreci hala tartışılmaktadır. Böyle bir düşünce içerisinde doğal olarak; arıların içgüdüsel olarak peteklerini oluşturmalarını, örümceklerin ağ örmelerini ya da kuşların yuvalarını yapmalarını tamamen yaşamla mücadele süreci ile rastlantısal olarak oluşturduklarını savunmaktadır. Bilimsel yönden bu örnek görüş insanoğlunu ne derece tatmin ediyor, hala tartışılıyor…
Diğer yandan İslami inanışa göre:
“Yemin olsun ki, biz insanı topraktan oluşan bir özden yarattık. Sonra onu çok dayanıklı bir karargahta bir damlacık yaptık. Sonra o damlacığı bir embriyoya dönüştürdük, sonra o embriyoyu bir et parçası haline getirdik, nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaradılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir.”(Mü’minun Suresi 12-14)(1)
Michelangelo / Adem’in Yaratılışı ve Kıyamet Günü / Sistine Şapelİnsanın varoluşundaki bu sanat (yaratma) sürecinde et, kemik ve beden giymesi sonucu bir makinadan mı söz edilmektedir?
Yine Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayetinde der ki:
‘’Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman önünde hemen secdeye kapanın.’’ (Hicr Suresi 15/29)(2)
Her iki ayetten de anlaşıldığı üzere; insanın bir ‘iç’ bir de ‘dış’ düzenlenişinden oluşan bir bütünlük ve teklik algısı oluşmakta zihinlerimizde. Dış’tan dokunsal, iç ’ten de hissetme davranışları sonucunda oluşan bir sistemden bahsedilmekte olup, sonuç olarak bize bu bilgiler ‘ruh’un varlığından da bilgi vermekle birlikte insanın kendi iç ve dış duyumsamasıyla oluşan yeni bir evrenin oluşumuna da dikkat çekmek istenmektedir.
Bu düşünceye paralel olarak kendinde var olanın keşfi ve farkındalıklarını çeşitli yollar ile ortaya koyuşunun adıdır sanat… İnsanoğlunun algı yetileri doğrultusunda kendi evreninde duyumsadığı her şeyi aynı zamanda dışa tasavvur etme ihtiyacında güzel sanatlar: Resim, Müzik, Sinema, Tiyatro oluşmuştur. Dolayısıyla insanoğlu yaşam süreci içerisinde yol aldığı sürece bir şeyler ortaya koyma, düzenleme, oluşturma ihtiyacını kendi planlanışında zaten taşımaktadır diyebiliriz. Konu ile ilgili olarak sanat bugüne dek özgün fikirler ortaya koyan, ünlü Rus Film Yönetmeni Andrey Tarkovski’nin sanat hakkındaki bir söyleşisinden küçük bir bölüm aktarmak istiyorum:
‘’İnsan kendini ancak insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yapmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada.
Neye yarar sanat?
Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat amacı ile umudu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entelektüel analiz olabilirler.
Picasso’nun tüm eserleri bu entelektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entelektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen, itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.’’(3)
Sanat yönetmeninin bu ifadesinden de anlaşıldığı üzere insanın manevi yaşantısının önemi ve maddeye olan hakimiyeti karşımızda dimdik duruyor. O halde sanat için; ‘’Maneviyatımıza, yaradılış özümüze yapılan ya da yapılmaya çalışılan bir yolculuktur.’’ diyebilir miyiz? Ayrıca burada sanatın her ne kadar farklı iklim ve coğrafyalarda da olsa insanoğlunun öze olan yolculuğunda bir bütün oluşturma arayışını sanatın temel görevi olarak değerlendirmek pekala mümkün olabilecektir.
Şimdi bu çerçevede kalıp bir etrafınıza bakının; tüm farlılıklara rağmen hepimiz bu bütünsel ve teklik sanatının acaba tasavvurundan ibaret birer küçük parçacığı, noktacığı değil miyiz?
İçimize özümüze döndükçe dünyamız genişlemiyor mu?
Nedir yaşamında her türlü maddi varlığa ve olanağa sahip 20 yy.’ın en ünlü ressamı Picasso’yu tüm yaşamı boyunca deliler gibi onca tabloyu resmetmeye iten…?
Ressamın yaşamını anlatan, 1966 yapımı ‘’Picasso ile Yaşamak’’ adlı bir film repliğinde ünlü ressam şöyle der:
“Ben atölyeme bir Müslümanın camiye girmesi gibi girerim. Yani dünyanın basit işlerini arkamda bırakırım.”(4)
Anlaşılan o ki, değerli sanatçının işine duyduğu saygısının yanı sıra ‘dünya’ adını verdiğimiz yaşam boyutundan başka bir dünyaya geçişin olduğunu da kanıtlarcasına kurulan bu cümlelerin takibinde sanatçının bizi götürmek istediği yeni farkındalıkları olduğu kesin…Sanat, keşfedildikçe değerli olduğu bu keşif yolunda, yakalanan anların, gerek resim yolu ile gerek beste yaparak, gerekse edebi eser ya da şiir olarak karşılaştığımız ‘somutlaştırılma’ bize nereden geliyor? Bu bir ‘iç döküş’ ,varoluşun farklı yollarla bir dışa vurumu, haykırışımız değil midir? Yoksa o en güzele, öze ulaşabilme telaşımızdan başka bir şey değil mi ki sanat ya da yaşamak?
Sanatın birleştiriciliğinde öze olan yolculuğumuzda tekrar kavuşabilmek dileklerimle…
Yararlanılan Kaynaklar:
(1) ve (2), Kur’an-ı Kerim Meali Türkçe Çeviri / (Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk Tercümesi/1994)
(3), Sanatın anlamı; yakarmaktır/ Ercüment Dursun /11 Ocak 1995
(4), Picasso ve İslam Sanatı / Rasim Soylu