Cehalet suyuyla yıkanan bir beyin, altın suyundan çıkınca parlayan demir gibidir: Asla altın olamaz, ancak altın gibi görünür.
Uzun zamandır bilgi ve bilmemek üzerine düşünüyorum. Bana göre tarih bilgiyi, adeta üzerindeki kütüğü taşıyan bir nehir gibi geçmişten, bugüne kadar taşıdı. Fakat taşıdığı tek şeyin bilgi olmasını ne çok dilerdim. İkili sistem üzerine kurulmuş dünya yaşamında zıtlıklardan biri de bilmek ve bilmemektir. Bu yüzden tarih yalnızca bilgiyi değil, bilgisizliği de günümüze taşıdı ve yarına da taşıyacak. Yaşamın doğumdan, ölüme kadar devam eden süreci içinde insanlar için güncelliğini koruyacak olan bilgi edinme zorunluluğu, özünde insanın Dünya’ ya uyum sağlama mecburiyetinin en temel organıdır.
Bir insanın, bir çiçeğe dokunmadan dokusunu; koklamadan kokusunu bilemeyeceği açıktır. Bu durum onun bir çiçek olduğunu bilen herhangi bir insanın da çiçekler hakkında bilgi sahibi olduğu anlamına gelmez ki bu yüzden botanik (bitki bilimi) vardır. Bu küçük örnekten dahi insanın Dünya ile etkileşim sürecindeki katı sınırları görebiliriz. Yani, bir yere varmak için hareket etmenin zorunlu olduğu gibi; herhangi bir konuda bilgi sahibi olmak da bir takım gerekliliğin – düşünme, araştırma, öğrenme, sorgulama- nihayetidir.
Bilgi Sahibi Olmak
Peki, neden bir insan bilgisizken, diğer bir insan bilgi sahibidir? Aslında bu sorunun cevabını acı da olsa biliyorum. Ne kadar üzücü ki bizler bilgi çağındayız, hayır hayır üzücü olan bilgi çağında olmamız değil tabii ki. Üzücü olan şey: Bilgi çağında, bilginin metalaştırılarak, ticari nesneye dönüştürülmüş olmasıdır; yani bilginin para karşılığında satılması ki bu toplumsal eşitlik ve adaletin temeline koyulan bir dinamittir. Kitaplardan, belgesellere, doğanın gerçekliklerinden, pozitif bilimlere ve yasalarla verildiği halde, yine yasalarla kısıtlanan eğitim hakkına kadar; bilgi, para karşılığında satılan bir nesne durumundadır.
Başlangıç olması açısından, eğitim kurumlarındaki bilgi aktarma-edinme süreci bu atfa yazık ki en çok yakışan süreçtir. Aileden, çeşitli düzeydeki eğitim kurumlarına kadar eğitim sistemi ve sistemin inşa edildiği temellerin, topluma dağılımları yönüyle eşit olmamaları, benim dağılım tezimin çıkış noktasıdır. Bu teze göre, Vicdan ve mantık çerçevesinde yapılan her değerlendirme bizi şu sonuca ulaştırır: Bilgi dağılımı eşit değildir. Ancak insan doğasında var olan şartlara uyum sağlama ve mücadele etme güdüsüyle davrandığında bu eşitsizliği bir nebze de olsa giderebilir.
“Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.” Atasözünü inceleyelim. Dikkatle bakıldığında bu sözde, her şartta cehaletin yerildiğini görürüz. Zira bilmemek ve öğrenmemek aynı durumdur. Bilmemenin karşılığı bilmektir. Atasözündeki öğrenmeme durumu ise esasen bilmemek ayıbını yumuşak bir şekilde mazur görerek, bilmeye teşvik etmenin yoludur.
Büyük İslam bilginlerinden biri olan Burzi Cemher, kendisine “Neden cahilleri kınamıyorsunuz?” Diye sordukları zaman, “Biz köre gör, sağıra duy diyemeyiz.” Diyerek, cahil olanı; âmâ ve sağır olmakla itham etmiştir. Bununla birlikte, cehalet suyuyla yıkanan bir beyin, altın suyundan çıkınca parlayan demir gibidir: Asla altın olamaz, ancak altın gibi görünür. Maalesef, tarih bu durumu tasdik eden örneklerle doludur. Cahillerin sesi, bilginlerin sesinden çok daha yüksek çıkar ve çoğu zaman bilgin susarken, cahil konuşur.
Hatta dikkatle bakarsanız, bugün dahi sosyal yaşamın herhangi bir yerinde; bileni, bilmemekle suçlayan bir bilgisiz görürsünüz. Acıdır ki böylelerinin genellikle bildiğini sandığı şey de bir başkasından duyduğu ve benimsediği şeylerdir. Bunlar bazen bir ideolojinin kırıntılarıyken, bazen de o kırıntılardan var edilen kocaman – kendince kocaman – bir ideoloji olabilir, cehaletin ideolojisi… Yine toplumu dikkatle incelerseniz, bu tipteki bilge cahilleri de görebilirsiniz. Unvanı ve konumu ne olursa olsun, bu tipe dahil olan insanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.
İşte bütün bu gerçeklikler üzerine düşünürken, kendimi Agnotoloji’ nin -bilgisizlik bilimi- içinde buldum. Cehaletin kökenini ararken Felsefe’ nin öncülerinden biri olan Platon’ a danıştım. Ona göre bilgi, kanıtlanmış gerçek inançtır. Agnosia (Tanısızlık) ise bilgi kavramının karşılığıdır. Araştırmaya devam ettim ve yakın tarihte yapılan bir konferansın içeriğine ulaştım. Bilim tarihçisi Robert N. Proctor, 2005 yılında Stanford Üniversitesi’nde “Agnotoloji” konusunda yapılan konferansta bu kavramı “göz ardı etmenin kültürel üretimi” olarak tanımlamış ve bilim dünyasına kazandırmış.
Bu tanımı, bilgisizliğin kültürel üretimi ya da cehaletin kültürel üretimi olarak da çeşitlendirebiliriz. İşte aradığım şey tam olarak buydu, hani bazen karşımıza ‘bunu düşünmüştüm’ dediğimiz şeyler çıkıverir ya, işte bu da benim için öyle bir şey. Agnotoloji… Nam-ı diğer bilgisizlik bilimi. Yazımızın başlığında, bilimin ve bilgisizliğin yan yana geldiğini görünce şaşırdığınızı düşünüyorum.
Oysa ben, oldukça uzun süren bilgi ve bilgisizlik arasında bağlantı kurma çabalarımın, bilimsel bir disiplin olarak karşıma çıkmasını sevinçle karşıladım. Agnotoloji de bana göre insanlık için, Freud‘un psikanalizi, Newton‘un yerçekimi ve Einstein‘in E=mc2 formülü gibi çığır niteliğindedir. Agnoloji’ nin sonsuza kadar, bilgisizliği derinlemesine araştırmasını ve her devir cehalete ışık tutarak, zihinleri aydınlatmasını dilerim ve de bilginin insanlara para karşılığında bir mal gibi satılmadığı, tüm insanlık için, her yönüyle gerçek bilgi çağı diliyorum. Peyami Safa ne de güzel söylemiş:
Fikir sahibi olmaya mal sahibi olmaktan fazla ihtiyaç duyacağımız gün, gerçek zenginliğin sırrını bulacağız.