İnsan, bunca üzüntüyle, kırgınlık, kızgınlık, ürpertiyle nereye kadar hayatını devam ettirebilirdi? Ya da ne kadar mutlu devam ettirebilir ki?
Her yeni gelen belediyenin, ait olduğu partinin rengine bürüdüğü kaldırımlara bakarak yürüyordu Ahmet. Ve düşünüyordu; değil parti rengine, altın rengine boyasan hatta altından yapsan tüm kaldırımları ne çıkar ki? Gökyüzü siyah pelerinini üzerine aldığında, içinde ürperti olmadan yürüyemiyorsa genç bir kız bu kaldırımlarda… Ve bir kadını öpmenin yasak olduğu, ahlak kurallarının dışında tutulduğu şu caddede bir kadını dövmenin hangi ahlak kuralıyla bağdaştığını düşündü, köşe başındaki dehşeti görünce. Gözü dönmüş bir koca dramı daha yaşanıyordu, şehrin en orta yerinde. Şaka gibi bir olaydı, alışılmıştı, olağan dışıydı lakin olağanlaştırılmıştı!
Köşede, metruk bir ev çarptı gözüne. Yıkık dökük. Kiremitlerinin düşme tehlikesi, altından geçen herkesin içini ürpertiyordu. Geceleri, ne kadar alkolik, bağımlı genç varsa adreslerinin burası olduğu herkes tarafından biliniyordu. Ne yazık ki bu ev onları zehirliyordu. Niçin hala bir şeyler yapılmadığını, yıkılmadığını ya da tamir edilmediğini düşünerek köşeyi geçti Ahmet.
Önündeki, engelli yolunda midyecilerin beklediği caddenin Türkiye’nin bir caddesi olduğuna yalnızca trafik inandırabilirdi onu. Bir de sıkışan trafikte, bağırmaktan kıpkırmızı kesilmiş yüzlerle sağa sola küfürler savuran hırçın şoförler… Niçin mi? Çünkü başını kaldırdığında Türkçe tabela göremeyecekti Ahmet! Burası mıydı Türkiye gerçekten? Yabancı tabelalarla donatılınca daha mı fazla oluyordu içeriye giren? Daha mı cazip gözüküyordu gözlere, daha mı çekiciydi kendi dillerinden? ‘’Dil kültürü etkiler, kültür ise geleceği belirler’’ derdi bir hocası her zaman, bunu hatırlayıp derin bir iç çektikten sonra devam etti yoluna.
Caddenin bir tarafında, Gengali takımını destekleyen taraftar grubu gözüktü. Yüzünün bir yanını pembeye, diğer yanını griye boyayan, boyunlarına pembe ve griden oluşan atkılar takan kalabalık bir grup. Kiminin ellerinde yanıcı maddeler, kiminin ellerinde davul tokmakları olan… Caddenin diğer tarafında, Otumagen takımını destekleyen bir başka grup. Onların da boyunlarında turuncu mavili atkılar vardı. Hatta içlerindeki en fanatikler, saçlarının sağ kısmını turuncuya, sol kısmını maviye bile boyamıştı! İki grup birbirine düşmanmışçasına bakıyordu. Savaş cephesi gibi bir ortam vardı. Gergin, soğuk bir ortam… Neydi bu insanları böylesine düşman yapan? Sadece dört rengin birbirinden farkı mı? Tanımadıkları, daha önce hiç görmedikleri kişileri birbirine düşman eden bu olay aslında bir spordu, unutuluyor muydu? Her zamanki gibi bir gruplaşma, bir çatışma vardı. Ayrışma, cepheleşme… Belki de tüm sorunların kaynağı. Unutulandı saygı! Bu tatsız ortama daha fazla tahammül edemedi, geçti karşı tarafa.
Bir baba gördü, bıyıklarının dudaklarına değen kısmı makasla ustaca alınmış. Bir de çocuğunu gördü hafif eğince başını. Al yanakları, çocuksu bir duyguyla parlayan gözleri… Sıkıca tutuyordu babasının kendine doğru uzanan, kendisine göre fazlaca uzun parmaklarını. Babasına seslendi, oyuncak dükkanındaki kırmızı arabaya gözleri takıldığında. İstiyordu onu. Babası duraladı… Yoktu ki cebinde parası. Neyle alacaktı kırmızı arabayı? Bir oğluna baktı, bir de arabaya baktı… İçi yandı, oyalamaya çalıştı, unutturmaya çalıştı parmaklarını uzattığı oğluna kırmızı arabayı. Bizim Ahmet’in yine yüzü buruştu, kaşları çatıldı. Az önceki kadın şiddeti, trafikteki küfürler, cepheleşme, şimdi de içi kanayan bir baba… Ya da gözyaşlarını kırmızı arabayı hayal eden, kırmızı arabayla kendini hayal eden oğluna göstermemek için içine akıtan bir baba!
Ne mutsuz bir milletiz diye geçiriyordu içinden. Ne mutsuz, umutsuz… OECD’nin geçenlerde, 36 ülke arasında yaptığı araştırmayı anımsadı. En mutsuz ülkeydi Türkiye. OECD’nin araştırmaya kattığı 36 ülkedeki yaşam ortalaması 80’ken, Türkiye’nin 75’ti. Hak verdi. İnsan, bunca üzüntüyle, kırgınlık, kızgınlık, ürpertiyle nereye kadar hayatını devam ettirebilirdi? Ya da ne kadar mutlu devam ettirebilir ki?
Bir yazardı Ahmet. Tutup, tüm bunlardan bir roman yazmaya karar verdi. Anlatacaktı, eski evlerin nasıl tehditler yarattığını, gecelerin bir kadın için ne kadar güvenli olduğunu, kadınlara uygulanan şiddeti, trafiği, agresifliği, cepheleşmeyi, kırmızı arabayı ve niçin mutsuz bir ülke olduğumuzu. Anlatmaya, bir romanla anlatmaya karar verdi. Belediyenin kazıp etrafını çevrelemediği çukura düşüp hayata veda etmeden hemen önce.