Dünyanın pek görkemli şehirlerinden New York’a gitmişseniz veya çevrenizde giden biri olduysa, koca koca binaların arasında insanın kendini küçülmüş gibi hissettiğini zaten biliyorsunuzdur. Bu yazı daha farklı bir noktaya odaklanıyor: koca duvarlar dikerek özden kopmuş bir kültürün içinde egonun kendini bir dev gibi hissetmesine.
En yakın arkadaşım bu pohpohlanmış şehirde okuyor, bu yüzden 2 defa ayak bastım filmlerden oldukça aşina olduğumuz sahnelere. Penn Station’dan çıkıp sadece binaların değil yiyeceklerin de kocamanlığı yanında küçültülmüş gibi hissettikten sonra ilk izlenimim tam olarak buydu işte: her şey aynı filmlerdeki gibiydi. Ama bir tuhaflık vardı sanki. Bu tuhaflığın adını koyabilmem için birkaç gün daha gezmem, insanları hissetmem gerekti.
Evet her şey aynı filmlerdeki gibiydi, ama kameralar kayıtta değildi şuanda. Rol kesmekte olan tüm bu figüranlarsa başka ne yapacaklarını bilmediklerinden, rollerini oynamaya devam ediyorlardı. Kaydeden bir kamera olmadan bu koskoca set, ruhu çekilmiş bir beden gibi anlamdan yoksun geldi bana. Ve ürpertici şekilde hissizliğe gömülü.
İlk gittiğimde mevsim sonbahardı. Sebebi bilinmediği için yok sayılan bir boşluk hissi, ve üstü örtülmek için tüm gayretle takınılan bir “her şey yolunda ve çok güzel” rolü hakimdi insanlara.
Pek Özel New York
New York eyaletinde kayıtlara göre aşağı yukarı 19 milyon insan yaşıyor. Yani İstanbul’daki kadar. Tabi yüzölçümü İstanbul’un 25 katı kadar. Manhattan sokaklarında aklı belirsiz düşüncelerde, yüzünde heyecan dolu gülümsemeyle yürüyen 10 günde tam 2 insan gördüm. Aylarca İstanbul’da görmediğim kadar yani. Ama tabi bu yeni bir yerdeyken yerlere değil yüzlere bakarak yürüdüğümden de olabilir.
Sokaklarda yürürken hissettiğim bir şey daha vardı ki, tüm bu ego büyümesini açıklıyor aslında. Sanki dünyada başka hiçbir yer burası kadar gerçek değildi. Başka hiçbir yerde dünya dönmüyordu, bir şeyler değişmiyordu. Dönse bile o kadar önemli veya heyecan verici değildi. Asıl olunması gereken yer burasıydı… Alıcıları New York kanalına ayarlanmış bir radyo cihazı gibi, oradaki toplumun hissettikleri bende açığa çıkıyordu diye düşünüyorum. Bu gittiğiniz her şehirde, girdiğiniz her odada olur. Enerji varlıklar olduğumuz için öyle doğal ki bunun olması.
Bu bir yana, düşünsenize, birden dünyadaki 7 milyar insandan 1i değil de 19 milyondan birine dönüşüyorsunuz. Varlığınız artık 400 kat daha değerli; tabi ki her hareketiniz de aynı şekilde. Üstelik her yer gözlerle dolu, mutlaka izleniyorsunuz. Kendi kendinizi izlemeniz bile yeterince önemli. Of… Şimdi egoyu daha iyi anlıyorum. Kendini pek kıymetli sanışını, üzerindeki baskıyı ve daimi korkusunu.
Bu şehir dünyanın egoyu besleyen kalbi sanki. Hep daha fazlasını satabilmek için dev ekranlardan kapitalizm bedavaya ego dağıtıyor. Ve bunca ego, yön tabelası ters tarafa çevrilmiş mutluluğun yolunda yıkım içinde bir savaşı sürdürüyor. Mutlulukla tatmin ayırt edilemez olmuş. Egonun bile tanımı değişmiş çünkü ruhun anlamı unutulmuş. Bu yorgun savaş meydanını perdeleyense bir arkadaşımın gözlemiyle, insanların devamlı kendine özgüven pompalama çabası, yapay gülümsemeleri.
Arkadaşlarım da aynı savaşın içindeler. Bu enerji burada öyle kalabalık ve güçlü ki, teslimiyet kaçınılmaz gibi. Arkadaşımın yanında Williamsburg’de kalıyorum, şu anda New York’un en hipster bölgelerinden biri. Enteresan dükkanlar, çeşit çeşit insanlar, rengarenk 2.elciler, sıcak atmosferli cafeler… Görünürde her şey çok güzel. Tanıdığım en neşeli insanlardan biri olarak ve tek başınalıkta dahi bir birlik hissi içinde diye tanıdığım bendeniz, birden kendimi yalnız hissederken ve anlamsız bir boşlukta süzülürken buluyorum.
10 günlük yolculuk Sandy kasırgasına denk gelmemle 15’e uzuyor. İnsanlar filmlerin verdiği bir paranoyayla dünyanın sonunun geleceğine inandıklarından olsa gerek, marketlerde konserve kalmıyor. Rüzgarlı 3 günün ardından kırmızı alarm sona eriyor. 1 aylık yolculukları az bulan biri olarak, 15 günün sonunda buradan kurtulmak için can atıyorum. Kasırga Manhattan’ın elektriğini patlatmak dışında bir zarar vermezken, hayatlarının en büyük skandalı olarak birkaç gün elektriksiz ve susuz kalan New Yorkluların arasından süzülüp yaşadığım ülkeye şükrederek dönüyorum.
Bomboş bir yer sırf reklamla nasıl böyle göklere çıkarılabiliyor… Özgür ülke, her şeyin mümkün olduğu şehir, şak şak şak şak şak. E bu her yerde olduğundan farklı değil ki diye düşünenler elbet vardır. Hani bir müziğin içindeki farklı sesleri ayrıştırmak ham bir kulağa zordur da, örneğin basın sesini yükseltince basın ne olduğunu anlayıverir ya. Öyle bir kavrayış yaşıyorum işte kapitalizme dair. Var olduğu ölçüde her yerde bireysellikten doğan yalnızlık ve egonun hükmündeki acı hali de promosyon.
Yine de bir bahar geri dönüyorum.
Bu kez iyi yanlarını görmeye çalışacağıma söz vermişim kendime, belki de sonbaharın kasvetiydi geçen sefere düşen. Şehrin nerdeyse tüm sokaklarını süsleyen düzenli ve yaşlı ağaçlar pembe çiçekler açmış. Güneş parıl parıl ve insanlar cıvıl cıvıl. Gerçekten bu kez farklı yanlarını da görüyorum şehrin.
Hani Sims oynardık, ya da karakterini istediğin gibi giydirebildiğin herhangi bir oyun. Rengarenk saçlardan tavşan kostümlerine, dalga geçercesine içinden geldiği gibi bir tip yaratabilirdik. İnsanlar işte aynen öyle kendilerini yaratıyorlar. Herkesi durup tek tek incelemeye değer. 80lerin kırmızı tayt tulumları ve afro saçıyla bir bisikletli yandan geçerken, rock konserine çıkmak için normal olan uç kostümler sokakları süslüyor. Gökkuşağında olmayan renklerde bile saçlar var. Birbirinden anten giysilerle dolu 2. El dükkanlarını arşınlayıp, bir giydiğini bir daha giymeyesi geliyor insanın. Keyifli gerçekten garipseyen bakışlara mıknatıs olmadan böyle özgürce giyinebilmek. New York’un insanlarından kareler paylaşan bu fotoğraf bloğu ne demek istediğimi daha iyi anlatıyor.
Rengarenk restoranların içi bağırış çağırış. Yeşermeye başlamış parklar insanlarla dolu. Beyzboldan frizbiye oyunlarla gülüşmeler hareketlendiriyor insanı. İnsanın bıcır bıcır giyinip köşedeki insan mıknatısı dükkandan kahvesini alarak salına salına sokaklarda yürüyesi geliyor. Bir dakika ben kahve sevmem ki!
— Film sahnelerinde görmüş olmalıyım, ya da reklamlarda. Kaydetmeyen bir kameraya rol kesmek üzereyim yani ben de. Bu 3. gözler izlermişçesine davranma güdüsünü ara ara yakalıyorum: konuşurken nasıl görünüyorum, şuan saçım havalı mıdır acaba, belimi böyle büksem daha mı seksi dururum? Oysa ki yıllar önce yenmiştim güya bu afra tafraları. İnsanı şu altın kafese koyan güç bu şehirde çok daha yüksek dozda, bünyem bağışık değilmiş bu kadarına.
Kimseyi suçlamak da mümkün değil boyun eğdiği için bu güdülere. Yani örneğin aslında daha fit ve çekici olmak için sonsuz bir diyetteyken gece çıkıp yüzlerce dolar harcayarak mümkün olan her yolla kendinden geçmek, insanlar izlesin diye sabaha kadar dans ettikten sonra çıkıp üzerine entelektüel olarak savunması havalı olduğu için tuttuğun tüm fikirlere karşıt gidip mc donalds da boğazından aşağı burgerlar tıkmak…
O klişelere itaat etmenin verdiği tatmin, seni içine almaya çalışan güce teslimiyetin kolaylığı ve albenisi göz ardı edilemez. Buna karşı direnecek kuvveti ben ya doğada ya da doğal insanda bulurum ki burada ikisinin de yalnız yapayı mevcut. Sanatçıların bol bulunduğu pek ahım şahım bu şehirde birbirine göstermek için olmasa kaç kişi eline bir fırça alırdı sorusu kafamı kurcalıyor.
Burası Mordor. Manhattan ve Brooklyn’i ayıran denizin kahverengi sularına bakarken bunu düşünüyoruz. Buradan dünyaya yayılan kan satın alma ve satın alınma kaygısı dolu. Egoyu besleyen, ruhu zayıf düşüren bir enerji hakim. Kürenin merkezindeki, yani manevi derinliktekiyle, özle bağlantının kuvvetle kesilip kişinin yüzeye hapsedildiği bir cehennem.
Yine, 10. güne kadar New York’a maruz kalmaktan yorulmaya başlamış olarak süremin sonuna geliyorum. Gerçekten bu kez iyi taraflarını da sevebilmiş, ama altındaki yeni tuzaklarını da keşfetmiş olarak. Ayrıca egoyu, ve ona hizmet eden güçleri de biraz daha kavramış olarak. Şükrederek.