Sahi Bizim Amacımız Neydi?

Fakat asıl anımsaması gereken konuyu hatırlayamamıştı! Sahi o buraya niçin gelmişti? Ona burası niye tarif edilmişti, o burayı  niçin sormuştu? Amacı neydi? Bir an hepsini unuttu…

kültür

Siyah klasik ayakkabılarını, özenle parlatmıştı genç adam. Son dönemlerde moda olan, beyaz bir gömlek giymişti, yakasına da kırmızı bir kravat… Üzerine de siyah bir çeket almıştı. Daha önce bu şehre hiç gelmemişti fakat buranın dondurucu soğuğu dillere destandı, biliyordu. Bu yüzden, çeketiyle uyumlu bir de atkı takıştırıvermişti boynuna… Otobüsten inip yeni tanıştığı şehrin havasının tadına baktı. Biraz endişeli görünüyordu, endişesi ise bilmediği bir şehirde olmasından değildi. Daha ciddi bir problem vardı. Otobüs dinlenme tesisinde ara verdiğinde, atıştırmalık abur cubur almaya tesise girdiğinde başlamıştı endişesi. Çünkü o an, cüzdanını ayrıldığı şehirde, evinde bıraktığının farkına varmıştı.  Gözü bu yeni tanıştığı şehrin desenli kaldırımlarına takıldı bir süre, dolmuş duraklarının farklılıklarını inceledi, önünden el ele tutuşup geçen sevgililere kaydı bakışları. Bu şehir ona dünyanın en büyük, en karmaşık, en zor şehri geliverdi birden. Tüm bu duygularla birlikte, banka hesabının da bulunduğu ve kendisine –en azından şu girdap şehirde- yetecek kadar para olduğu da düşüverdi aklının bir köşesine. Gözleri parladı, içinde umuttan yapılmış bir kelebek havalandı. Şimdiyse aklında tek bir soru vardı, o da müşterisi olduğu bankanın yeri!

‘Sora sora Bağdat bulunur’ diye fısıldadı kendi kendine. Bankanın yerini, sormayı planlıyordu eli yüzü düzgün birine. Önce gelenlere baktı, üç kişilerdi. Birinin elinde çiçek demeti, diğerinde çikolata, tam takım giyinmiş üç genç adam. Saatine bakıyordu, çiçek demeti ve saati taşımayan. E haliyle aceleleri olduğunu anladı bankanın yerini sormak olmazdı. Hemen arkalarından gelen iki kişiye takıldı, biri kadın diğeri erkek. Hararetli bir konuşma geçiyordu aralarında. Çekindi. Sormak için, doğru kişi olduğunu düşündü bu kez gelenin. En azından ne acelesi vardı, ne de harareti. Elinde birkaç poşet vardı, üzerinde de 90’lı yılların popüler montlarından biri… Geçti önüne poşetli adamın; ‘’Pardon! Bana yardımcı olabilir misiniz acaba? Gelinbize Bankası’nı tarif eder misiniz, yabancıyım.’’ Adam şaşkınlıkla kaldırdı başını, dikti gözlerini bizim cüzdansızın sivri burnuna. ‘’Hoş geldin. Gelinbize Bankası, buradan oldukça uzak.’’ dedi, işaret parmağını tramvay yoluna doğru kaldırıp ‘’Bu yolu takip etmelisiniz, sağa dönen ilk yol ayırımından dönmelisiniz. Bir süre gittikten sonra sorun çünkü birkaç aradan daha dönmelisiniz. En son karşınıza Aşık Veysel Kültür Merkezi çıkacak, onun tam karşısındaki arada, Gelinbize Bankası.’’


Adamın tarifini dinledi, uzak olması bugün cüzdanını unutmasından sonra başına gelen en kötü şeydi. Tabi bir de çaylak otobüs muavininin üzerine döktüğü portakal suyu vardı. Her şeye rağmen yoluna devam etti, sanki yol uzuyor gibiydi. Kendisine yaklaşan spor giyimli gence de sordu; ‘’ Bakar mısınız? Burada Gelinbize Bankası nerede acaba?’’  Spor kıyafetli, ‘’Şu civarda birkaç banka var ama… İnanın bankalarla da aram pek iyi değildir. Çıkartamadım.’’  Bir başkasına daha sormak yerine, Kültür Merkezi’ni sormak geldi aklına. ‘’Peki, Aşık Veysel Kültür Merkezi? Ya o nerede?’’ Bu kez istediği cevabı almıştı misafir, cevap doğru yolda olduğunu kanıtladı; ‘’ Düz devam etmelisiniz beyefendi. Daha sonra sağa sonra sola, yanılmıyorsam bir süre sonra yine sola… İsterseniz tekrar sorun.’’

Bir müddet ilerledi şehrin yabancısı. Kendi şehriyle farklılıklarını karşılaştırırken, bir büfe sahibine sormak geçti aklından. Yaklaştı bir büfeye ‘’ Merhaba! Gelinbize Bankası ya da Aşık Veysel Kültür Merkezi’ne buradan nasıl gidebilirim acaba?’’ Müşteri olmadığını anlayınca biraz sitemkar cevap verdi büfe sahibi; ‘’ Yolu takip et. İleride tekrar sorarsın.’’

Bu durum,  bizimkinin canını sıkmaya başlamıştı. Sora sora Bağdat’ın bulunduğundan emin miydi artık, tartışılır. Yolun sonlarına yaklaşmıştı, hem sağa dönüş vardı hem de sola. O sırada kendine doğru yaklaşan iki arkadaşı gördü, ayaklarındaki patenlerle birlikte. Sıcakkanlı çocuklara benziyorlardı, buralara da hakim olmalılardı. Sormak geçti içinden, elini kaldırdı. Çocuklar ‘buyur abi’ dercesine başlarını salladılar, patenlerini frenleyerek. Bankayı bilmeme ihtimalleri oldukça fazlaydı, kültür merkezini sormayı düşündü. ‘’ Çocuklar, Aşık Veysel Kültür…’’ dediği anda ‘’Haa şu bizim Kültür Merkezi!’’ diye kesti çocuklar misafirin sözünü. ‘’Buralarda, orayı bilmeyen yoktur abi’’ dediler muzipçe bir tavırla ‘’ Yabancı olmalısınız. Yüz metre kadar sonra sağa dönüp tekrar sorun, gösterirler.’’ Teşekkür ederek ayrıldı bizimki ama bu şehre nereden geldim der gibiydi bakışları. Yorulmuştu, usanmıştı…


Yüz metre sonra sağa saptı. Çocukların dediği ‘Buralarda herkes bilir’ geldi aklına, Aşık Veysel Kültür Merkezi’ni sormaya karar verdi, karşısına çıkan alımlı bayana. Bayan, ‘’ Bu yolu takip edin, karşınıza porselen takımları satan bir mağaza çıkacak. Orada tekrar sorun isterseniz.’’ Bayanın tarifiyle porselen takımlarını satan mağazayı bulmaya çalıştı adam. Önünde küçük temsili vazo olan, etrafı sularla çevrili hoş bir yapının hemen önündeydi mağaza. Çöktü belediyenin yaptırmış olduğu, genç aşıkların duyarsızca isimlerinin baş harflerini kazıdıkları bir banka. Önünden geçen uzun saçlı, gayet entelektüel bir görünümde olan, elinde kitaplar taşıyan bir gence yöneldi bakışları. Ardından ‘’Pardonnnn!’’ diye seslendi, genç dönüp bakınca kültür merkezini sordu ona da. Ellerindeki kitapla gösterdi yolu, ilerleyip dönmesi gerektiğini söyledi.

Sanki dünyanın merkezine bir yolculuktu bu! Ne de uzun sürmüştü. ‘’Nerede bu kültür merkeziiii’’ diye fısıltı halinde yakınmaya başlamıştı artık, dermansızlığı ve uykusuzluğu da eklenince katlanılmaz bir hal aldı içindeki durum. Yollarının kesiştiği üç kişiye daha sordu, Aşık Veysel Kültür Merkezi’ni… İçlerinden biri bilmiyordu, diğer ikisinin verdiği tarifte yoluna devam etti.

Nihayet varmıştı sayıkladığı Aşık Veysel Kültür Merkezi’ne… Durmuştu önünde uzun uzun bakmıştı, binanın mimarı yapısını incelemişti, mimariye çocukluğunda okuduğu kitaplardan sonra merak duymaya başlamıştı. Kültür  merkezinin merdivenleri, gençlerin ilgisini çekebilecek şekilde rengarenk boyanmıştı. Camlarından sarkıtılan renkli afişler, duvarlarındaki süslemelerle ilgi çekici bir yer olduğu belliydi. Uzun uzun seyretti adam, merdivenleri görünce, eski sevgilisiyle seyrettikleri gökkuşağı manzarasını dahi anımsadı. Fakat asıl anımsaması gereken konuyu hatırlayamamıştı! Sahi, o buraya niçin gelmişti? Niçin yoluna çıkan, patenli çocuklara kültür merkezini sormuştu? Ya o ellerinde kitaplar olan, sarı ve uzun saçları olan genç burayı niçin tarif etmişti. Biran aklı durur gibi oldu. Sanki binanın eskiyen duvarları üzerine doğru geliyordu. Ona burası niye tarif edilmişti, o burayı niçin sormuştu? Amacı neydi? Biran hepsini unuttu…

***


Hikayemizde yer alan kahraman, gözünü bir noktaya dikiyor. Oraya doğru ilerliyor. Fakat amacının ve düşüncesinin ne olduğu, aklından çıkıyor. Ne yaptığını bilmeden, nereye yöneldiğini bilmeden yürüyor. Koşuyor ama amacını hatırlamıyor. Aslına bakarsanız ülkemizin halini andırıyor. Lakin hikayemizdeki tek karakter, ülkemizde topluluklar halinde karşımıza çıkıyor. Amacını kaybetmiş, tek bir yöne yönelmiş sürüler topluluğu olarak çıkıyor. Eminim birileri soruyordur kendine, ‘’Sahi bizim amacımız neydi?’’